12 Ekim 2009 Pazartesi

Bozcaada-Gelibolu



Sabah erkenden bir tıkırtıyla uyandım, kalktım baktım. Erol Ağabey, sağolsun erkencidir hep, kahvesini koymuş güvertede yudumluyordu... Teknenin içinde bile acayip bir rutubet var, nasıl uyumuşuz burada hayret? Bu arada harika güneş doğuyor. Ada daha yeni yeni uyanıyor, limanda kimsecikler yok...Tekne içinde oyalanmayıp, Ada'ya çıktık yine. Tam sezon sonu, el ayak çekilmiş, zaten günlerden Pazartesi, haftasonu için tek tük gelen birkaç kişi de dün akşam vapuruyla dönmüşler anlaşılan. Çamaltı'nda in-cin top oynuyor. Köşedeki kahvede börek-çörek yanında sıcak demli çayla kendimize geldik. Çok da vakit harcamayalım, yola koyulma vakti. Benzincide kimseler yoktu, aslında bulmuşken biraz mazot alsak iyi olurdu ama ne yapalım? Önümüzde Çanakkale var, oradan da takviye ederiz dedik, hay demez olaydık... Meteoroloji ihbarları bu sabah itibarıyla 4 kuvvetinde Güneyli eseceği, öğleden sonra ise yine aynı yönden şiddetleneceği yönünde. O saatlerde Boğaz'a girmiş olacağız, bakalım arkadan gelen bu rüzgar ne kadar işimize yarayacak. 3 gündür güneyden geliyoruz tangur-tungur, daha önce başlasaydı ya meret! Çeşme-Çanakkale arasını balonlu malonlu geçseydik fena mı olurdu? Ama geçtiğimiz yıllarla karşılaştırınca buna da şükür! )) Kafadan gelen denizlerle her seferinde yediğimiz dayakları düşününce, hakkını yemeyelim, bu yıl çok mülayim geçiyor doğrusu...

Kahvede oturmuş çaylarının son yudumlarını höpürdeten çocukları masadan resmen çekiştirircesine kaldırdım. Acele etmemin tek nedeni rüzgar değil, hop-hop karakterim de... Aklım aslında bir önceki gece balıkçılarla yaptığımız sohbet ve duyduklarımda...

AKYA!

Takımlar nasılsa hazır...Limandan çıkar çıkmaz, yelkeni basıyoruz. Henüz tek başına götürecek gibi değil, motor artı yelken devam ediyoruz... Rota tam Kuzey! En irisinden takımı, ucunda en güvendiğim makineye bağlı suya bıraktım. Ayarlar-mayarlar herşey tamam. Su harika, güneş süper. Rüzgar da ha keza! ve en önemlisi mevsim de ideal... Bundan iyisi Şam'da kayısı...
Tek bir eksiğimiz var: ASSOLİST!
Bu gibi durumlarda, ustalarımdan öğrendiğim, suya bırakıp "unutacaksın"... Ben de öyle yaptım, içeri girdim küçük bir iş için Ama "şişman kadının" çıkması uzun sürmedi... Nurettin Ağabey'in bağrışıyla, neredeyse kemerimi falan bağlamadan güverteye fırladım. Hep yapılan yanlış, makinenin üstüne atlamamak lazım. Ekip bu konuya aşina, hepsi tecrübeli. İlk başta hayvanı bırakıp, tekneyi yavaşlatmak ve durdurmak lazım. Makine acayip gürültüyle boşalıyor, bu arada biz de yelkenlerle uğraşıyorduk. Tekne neredeyse durmuştu ki ses de kesildi...

Korka korka elime aldım:
-Eh be lanet! Koparttın değil mi?
Zaten 0,75 Flurucarbon misinayı kopartaacak bir balıksa da işallah tutamamış oluruz diye kendimi avutuyorum ama hikaye...

Onca misinayı o kadar zamanda boşaltmış olan hayvan bu kadarkolay, mücadele etmeden geliyor olamaz, kesin koparttı...

Herkes bordadan sarkmış, ucunda ne var diye bakınıyor:
-Ne olacak, sıyrılmış bir düğüm! Lanet!!! Yani kopartsaydı daha az üzülecektim. Bu düğüm nasıl sıyrılır? Hay kafama ne yapayım? Gece vakti, kör karanlıkta düğüm atarsan böyle olur. Ama oyunun kuralı bu! İşin içinde hep kazanmak yok, zaten olsaydı kesin çok daha az zevkli olurdu. Başkaca o boyda ve verimde, rapalam olmadığı için küçükten bişey attım, sırf adet yerini bulsun diye, ama adım gibi eminim... Bu gün başka kısmet olmayacak! Gitti...
Neyse, yelken-motor, sonra da sırf yelken yukarı çıkarken teknenin piyanlarını yapıyorum, hazır ipler çıkmışken de Erol Ağabey bir yandan anayelkeni toplamak için kullandığımız ahtapotu derleyip-topluyor. Nurettin Ağabey karışmış bir gırcala yumağıyla uğraşıyor.


Ahtapotun kolları

Yelkenci Piyanı

Adi Piyan

(Gönül isterdi ki balığın resmini koyalım ama bu seferlik düğüm resimleriyle idare edeceğiz mecbur)

Biraz kafamızı dağıttık ki, artık nasılsa gemi yoluna giriyoruz diye arkamızdaki oltayı topladım. Daha yerine koymamıştım ki, tekneye 10-15 metre mesafede en az 2 metre boyunda bir kılıç Boğaz sularını şapırdatarak fırladı... Gri-lacivert parlak renkleriyle inanılmaz bir görsel ziyafetin etkisiyle donmuş kalmıştık hepimiz... Ön taraftan Kaan'ın bağrışı-çağrışı "hadi hemen oltayı at" uyarılarının hiç bir önemi yok, artık çok geç. Herkes biliyor, 2. kural: "Gördüğün balığı oltayla yakalayamazsın!" En son suya girerken, ağzında ince-uzun beyaz bir rapala var mı diye bakmaktan kendimi alamadım... Hani Hollywood senaryosu olsa, kaptanı Gregory Peck oynardı kesin... Takma bacaklı ve sert mizacıyla balığa kaptırdığı rapalasının peşinden aylarca koşan intikam peşindeki kaptanın ruh halini ondan iyi kimse yansıtamaz, eminim )))

Hikayemize geri dönelim, kılıçbalığından daha önemli bir sorunumuz var. Sergün telefonla arayarak, beraber gelmeyi planladığı arkadaşının hastalandığını, tek kaldığını söyledi. Eyvah! Plan tamamen suya düşebilir. "Kuzene ve babama ulaşmaya çalışıyorum, daha vaktimiz var" diyerek kapattı. Araba onda, Istanbul'dan Çanakkale'ye gelecek, bize arabayı verecek, kendi tekneye binecek ve devam edecek. Aslında gayet kolay ama yalnız kalırsa yapamaz. Bizim ekipte herkesin işi ve/veya programı var. Devam edebilmemiz mümkün değil. Bu mevsimde teknyi Gelibolu veya Çanakkale'de bırakmak da istemiyorum. Dur bakalım nasıl çözeceğiz?

Boğazın girişinden sonra yaz tatili için Dardanos'a geçmiş, kış balına kadar da sezonu uzatmış, Kaan'ın babası Nurullah Amca'ya uğradık. Biraz sert esiyor, ama zaten kısa kalacağız. Sağolsun Nurettin Ağabey ben teknede kalır, göz kulak olurum deyince gönül rahatlığıyla karaya çıktık. Köyden harika ev yapımı şarap ve kavun alıp, Ada yapımı sakız likörünü bıraktık. Selamlaşmalar ve selametler dilekleriyle tekrar yola koyulduğumuzda Sergün arayarak babasını ve kuzenini ayarladığını, en geç saat 15-16.00 gibi yola çıkıp 3-4 saatte gelebileceklerini söyledi. Süper haber, artık içimiz rahat.

Çanakkale'de durup Nurettin Ağabey'i otobüse yolcu edeceğiz. Biraz mazot takviyesi yapmak istiyorum ama Çanakkale Marina'yla ilgili geçmişten kalma duygularım, hiç de hoş değil.Nitekim, yanılmadık... Marina içinde yanyana çektikleri sandalyelerde oturan adamlar, sanki kendi mekanlarına gelmemişiz gibi bir umarsızlık içinde davranınca "tamam" dedim kendi kendime, "başlıyoruz". İnsan bir kalkar halatını alır, geçtim onu hoşgeldiniz der... Neyse yutkundum 1-2, hafiften Erol Ağabeyle göz göze geldik. Yazın Keyfim ile aşağı inerken onların da başından nahoş şeyler geçtiğini biliyorum burada. O da şimdilik sinirini kontrol ediyor. Sanki başıma geleceği biliyormuş gibi,

-Kısa kalacağız mazot var mı?
-Şuraya yanaşın...
-Mazotunuz var mı?
-Yok.
-Allah allah! Madem yok, neden şuraya yanaş diyorsunuz kardeşim?-...
-Peki tanker çağırıyor musunuz?
-Yok
-Benzinci nerede?
-Yakın yürüme mesafesinde,
-Yürüteç gibi bişeyiniz var mı, bidonları taşımak için?
-Yok... Suya attılar geçen gün.
-Neyse yürüyerek gider, taksiyle getiririz.
-Günlük ücret 55 Milyon.
-Mazotunuz yok, benznciye gidip-gelene kadar bizden 55 milyon mu alacaksınız?
-Burası belediye limanı...
-...

Diyalogun geri kalanını tam metnini burada yazmak, terbiye sınırlarını aşacağı için kısa kesiyorum. Araya giren, belli ki tüm gün orada oturup pinekleyen adamların terbiyesizliğini ve mantıksızlığını ise hiç hatırlamak dahi istemiyorum, hala nasıl tepe tasımı attırabiliyor şaşıyorum... Neyse, adamlara anlayacakları dilden, uygun seçilmiş sunturluları sıraladıktan sonra, kendi kendime bir daha dünya dursa Çanakkale Marina'ya yanaşmayacağıma yeminler ettim.
Yani koskoca şehrin göbeğinde, tamamen çay ocağı mantığı ile işletilen, adı "Marina" olan, kanımca balıkçı barınağı bile olamayacak kadar deniz ve denizcilik nosyonu-bilgisi/görgüsünden uzak kişilerce işletilen bu yerin, nasıl olup da sadece 20 mil güneyinde tamamen farklı yapı-mantık ve yaklaşımla işletilen bir diğer limandan (Bozcaada'dan) kendisine en ufak örnek almamasını anlamak mümkün değil... Yola koyulduk, dert değil. Tekneciliğin bu tarafını çok seviyorum. Deniz ve doğa haricinde hiç kimseye tabi değilsin, yani olmayabilirsin. Gelibolu'dan arabayla taşırız bidonları. Ne çekeceğim bu arogan "çaycıların" marinacı konseptlerini. Zaten sıtkımız sıyrılmış aşağıda dünya markası marinalardan, üstelik Çanakkale'li Delidumrullar bizden Porto Cervo ayarında para istiyorlar... ve de fiş de kesmiyorlar! Bunun adı tam vurgunculuk!

Rüzgar arkamızdan geliyor, hayatımda ilk defa Nara'yı arkadan gelen rüzgarla, ayıbacağı seyirle geçtik. Telsiz açık, kulağım sektörde. Fazlaca bir trafik de yok zatii... Kimseye bulaşmadan Gelibolu balıkçı barınağına girdik. Sergün'ler de hemen geldiler. Bordaladık, tekneyi topladık. Hemen yandaki Lokantaya oturduk. Ufak tefek öte beri alışverişi. Lotus formunda, önünde uzun bir deniz geçişi var. Sergün iyi dümencidir, ona güvenimiz tam. Kuzeni de oldukça sağlamdır, Babasının da eskiden beri denizlerde olduğunu biliyorum... Umuyorum herşey yolunda geçer.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder