28 Kasım 2009 Cumartesi

Lotus Tamir Günlüğü- Kasım 2009

BU aralar elimizden anahtar eksik olmadı desek yeridir...
1-Önce pis su tankıyl uğraştık... Bozcaada'da dönüş yolunda devreden çıkan, Lotus'un kıç kamarasında gerektiğiden çok büyük bir pis su tankı var. Neden kıç kamarada yatağın altına, belki de tuvaletten en uzak noktaya böyle bir tank yaparlar sorusunu sorar dururduk! Sonunda bulduk...
O tank oraya Fransızlar tarafından orjinalde monte edilmiş, aslında temiz su tankı amacıyla. 1984 model teknede tabi pis su tankı yok. Mecburiyet getirilince, akl-ı evvel bir usta onu pis su tankına dönüştürmüş. Alakasız bir yere de neredeyse 1/3 kapasitesinde şişme bir yeni temiz su tankı yapmış!
İçi epoksi boyalı, özel kapaklı güzelim 300 litrelik tankı devre dışı bırakmak için acayip uğraştık.
Tank sökmemize rağmen odadan çıkmadı. taş motoruyla parçalamamız gerekti. Yatağın altında devasa bir boşluk oldu, dolap niyetine kullanılabilecek. Ama en önemlisi, uzun motor seferlerinde koku yapıyordu, ısınıyordu, tahliye olmuyordu vs vs... sanıyorum hepsinden kurtulduk.
Sağolsun Ömer ve Erola ağabey'in inanılmaz enerjileri ve planlamaları sayesinde, olabilecek en düşük bütçeyle işi btirdik.
Detaylara http://www.gezginkorsan.org/forum/index.php/topic,4880.0.html bakılabilir...

2-Tamamen tesadüfen tahliye borusunu kıç ambarda monteederken, mazot deposuna giden dolum hortumunun delik-teşik olduğunu tespit ettik. Güverte bağlantısı 50 lik, depo tarafı 55'lik. Hortumun üstünde Renault Motor yazıyor, telli sert bir hortum ve kim bilir kaç yıllık... Ve tabi ki aynısını bulamadık...
Bir sürü uğraştan sonra hortumu değiştirdiğimizin gecesinde, Avrupa'da tek başına bu işi yapan Fransız iş adamıyla karşılaşmamızın altında yatanın sadece tesadüf olduğuna inanmak istiyorum )))

3-Kıç ambarda o kadar uğraşınca sağa-sola çarptık tabii, egzost horumundaki sorunu farkedememişiz. Dumanlar çıkınca ve teknenin içi su dolunca uyandık. Egzost hortumunu değiştirmek nispeten kolay oldu. O da acayip değişikliklere uğramış. Neyse çözdük.

4-Deep seal açıldı. Bebek'te demirdeyken batıyorduk. Linki aşağıda...
http://www.gezginkorsan.org/forum/index.php/topic,4996.0.html
yeni bir kaliteli kelepçe ve allahına kaar sıkarak sorunu şimdilik çözdük. Karaya alınca ilk iş gözden geçirmek olacak.

5-Ömer sağolsun kıç kamaranın kaplamasını esnemesin diye güçlendirdi.
6-Batarken sintine pompasını Erol Ağabey yaptı. Şimdiki planı "akıllı" bir pompa üretmek.
7-Pusulamız bu arada kırıldı. Haldun en kısa zamanda uygun bişey ayarlayacak.
8-Yelkenimiz artık dikildi. Ömer ile zigzag dikiş yapan bir makine bulduk ama galiba...
9-Ana yelken mandarını değiştirdik.
10-Sahilden kablo çekmenin zorluklarına karşı bir jeneratöz alınmasını konuşuyoruz. Bakalım.
11-Kıç ıstralya bekelemede... İlk işimiz o!
12-Dalıp tonozları kontrol etmemiz ve tutyeyi değiştirmemiz lazım.

27 Kasım 2009 Cuma

Lotus Bebek'te...

Lotus bayağı bir zamandır Bebek'te ama, geldiğinden beri o kadar gereksiz sorunlar ve tamiratlarla uğraştık ki seyir defteri yazmak kısmet olmadı, blogu ihmal ettik...
Herkesten özür dileriz...
Gerçi 2-3 sefer yaptık birisi 29 Ekim Havai Fişek Gösterisi bir de Çengelköy'de bir gece seferi ve İskele Restaurant'da yemek...
Bunların hepsini, anlatacak kişiler var. Umuyorum en kısa zamanda buraya ekleyeceğiz.
Ayrıca Melih Ömür ile eski okul arkadaşı Mustafa Ağabey'in harika bir Güney Ege seyri var... kabası bitti! İş detaylar ve fotoğraflarda ))... Az sonra!
Ama asıl Sergün'ün ve yanındakilerin son yılların en sert Lodos fırtınalarından birinde 24 saatte tüm Marmara'yı geçip Istanbul'a gelme seferleri var ki bana göre roman olur!

13 Ekim 2009 Salı

Bir Fırtına Seferi

Sergün'ün kuzeni ve babasıyla beraber, bir Lodos fırtınasının tam ortasında yaptığı Marmara seferi. 7-8 kuvvetinde esen güneyli rüzgarlar ve dalgalarla 24 saatlik boğuşmanın kendi ağızlarından hikayesi...

Detaylı teknik bilgi ve görüşlere http://www.gezginkorsan.org/forum/index.php/topic,4616.0.htm den ulaşılabilir...


Gelibolu-Istanbul
Eylül 2009

12 Ekim 2009; Mehmet ağabeyle daha önce konuştuğumuz üzere, Kaan’ın arabasıyla İstanbul’dan sabah 10 sularında ayrılmayı planlıyordum. Çanakkale İstanbul seferi için bırakın ekip kurmayı, bana eşlik edecek bir kişiyi bile bulmak oldukça zor olmuştu. Bizim işler ters, herkes tatil yaparken turizmciler çalışır, herkes çalışırken tatil yaparlar, bu yüzden haftanın bu alakasız gününde 2-3 günlük bir seyire çıkacak birileri zor bulunuyor. Arabayla yüksek lisanstan arkadaşım olan Süphan’ı almaya gidiyordum ancak pazartesi trafiği malum, baktım geç kalacağım hemen telefonla haber vereyim dedim ki 3-4 aramadan sonra telefon ancak açıldı yorgun bir ses “ben bütün gece uyumadım, çok yorgunum gelemeyeceğim” dedi. Yolculuğa dahil olacak üçüncü kişi ise babamdı ve gelme olasılığı zaten çok zayıftı. Mehmet ağabeyle konuşup istanbuldan çıkış saatimi akşam 4-5 sularına kadar atınca üçüncü bir alternatif yol arkadaşının gelme ihtimali belirdi. Hemen cefakar kuzenim Nevcan’ı aradım. Nevcan ilk seyirini daha eylül ayında doktor Cem’in teknesi Psari’yi Marmaris Bozburun’dan İstanbul’a getirirken yapmıştı. İlk seyir için gerçekten de yanlış seçim üstelik Bozburun’dan Çeşme’ye kadar sürekli kuzeyli esen rüzgarlarla bir temiz de sopa yemiştik. Çeşme’de, 91 senesinden beri yelkenci olan 20 senelik arkadaşım İlke bile yola devam etmeme kararı almışken Nevcan İstanbul’a kadar yanımdaydı, o zaman anladım ki yeni bir denizci keşfetmiştim. Nevcan bana katılabileceğini söyleyince öğlen 12 sularında yola çıktık. Buluşma noktamız Gelibolu’ydu.
Akşam 6 sularında Gelibolu’daki küçük balıkçı limanına giren Lotus’u karşıladık. Yakıt ikmali ve limandaki meyhanelerden birinde midye bira faslından sonra Mehmet ağabeyleri geldiğimiz arabayla İstanbul’a uğurladık. Daha sonra otobüsle yola çıkan babam da bize katıldı. Babam, bir zamanlar yük gemilerinde kaptanlık yapan dedemin yanında gemicilik yapmak için liseyi bırakmış, 10 sene kadar gemilerde çalışmış, yağcılık, serdümenlik yapmış denizi çok seven ancak hayatında yelkenliye binmemiş biridir. Bu seyirde denizi seven birine yelkeni de sevdirmek çok zor olmaz diye düşünüyordum.
Alışveriş yapıp Akşam 10 sularında Gelibolu limanından ayrıldık. Hava 3-5 kuvvet lodos esiyordu ve hemen anayelkenimizi basıp cenovayı açarak ayı bacağı yaptık, son derece keyifli bir seyir oluyordu. Rakı ve biralar açıldı, insana işte hayat budur dedirten anlar hızla akıp gitti, babam da yelken güzelmiş yahu deyince keyfim iyice yerine geldi. Gece yarısına doğru yattım, sabaha karşı babam “bak bakalım Marmara Adası hangisi diyerek uyandırdı. Hava, kuvvetini biraz arttırmıştı. Cenovayı ve anayelkeni kapatıp Marmara Adası Limanına girdik, mendirekteki boş bulduğumuz bir yere bağlanarak öğlene kadar dinlendik.
Öğlen uyandığımızda hava şiddetini iyice arttırmış ve lodostan kıbleye dirise etmişti, telsizde fırtına uyarısı yapılmaktaydı ancak tekneyi Marmara Adasında bırakıp İstanbula dönmek veya orada beklemek bir alternatif gibi görünmüyordu, lakin Nevcanın ertesi gün sınavı, benim ve babamın ise işlerimiz vardı. Zaten o havada çalışan bir yolcu gemisi bulmak da imkansızdı. Adada öğlen 12 civarında kahvaltımızı edip yola çıktık. Ana yelkeni birinci camadanla küçülttük, cenovayı ise hiç açmadık, çok kuvvetli sağnaklarda dalganın da etkisiyle teknenin dümen dinlemediği, hatta köre düştüğü ve motor çalıştırmak zorunda kaldığımız bile oluyordu. Sanırım cenovayı fırtına floğu gibi, çok küçük de olsa açmak sorunu ortadan kaldırabilirdi. Aldığımız hava raporuna göre akşam 9’a kadar 7-8 kuvvet kıble ile keşişlemeden esecek, daha sonra aniden karayele dirise edecekti. Biraz da buna güvenerek seyir konforu daha fazla olduğu için rotamızı gereğinden fazla kuzeye yöneltmiştim. Hava şiddetli de olsa son derece keyifli ve hızlı bir seyir oluyordu. Tek sıkıntım, arada bir babamın sallantıdan şikayet etmesiydi. Yine de peşimize takılan yunusların da yardımıyla keyfim son derece yerindeydi.
Saat 16 sularında Mehmet Ağabey telefonla ulaştı, koordinatlarımı verince fazla kuzeye düştüğümü söyledi. Umduğumdan çok daha hızlı gitmekte olduğumuz için akşam 9’da havanın dönecek olması artık işime yaramıyordu, kaldı ki hava tahmininin yanılma payı da her zaman vardır. Mehmet Ağabey’in önerisiyle rotamı düzelttim. Artık tam apaz gidiyorduk ve seyir konforumuz azalmıştı. Kısa bir süre sonra ufukta kara belirmişti, bu şekilde akşam 9’a kadar seyrimize devam ettik. İstanbul’a yaklaştıkça hava sertleşiyor, dalgalar derinleşiyordu, 8-10 mil arasında değişen hızımız artık 10 milin altına inmiyor, çoğu dalgadan inerken 14-15 millere çıkıyordu. Dalgalardan birinden inerken 18 milin üzerine çıktık ki bu benim Lotus’ta gördüğüm en yüksek hızdı. Yeşilköy açıklarına vardığımızda üzerimizden uçaklar kalkıyordu. Herhangi bir aksilikte hava bizi hızla karaya sürükleyebileceği için karayı oldukça açıktan geçiyordum böylece Yenikapı açıklarına kadar geldik. Saat dokuz olmuştu. Yelkeni kapatıp motor seyrine dönmek için havanın değişmesini son ana kadar beklemeye karar vermiştim. Ahırkapı ile Kadıköy’ün hemen hemen tam ortasındayken rotamı iyice boğazın girişine doğru çevirdim ve rüzgarı pupadan almaya başladım. Dalgaların birinden inerken kavança yemek üzere olduğumuzu farkettim ama çok geçti. Son derece sert bir kavança yedik babam kamaradan “direk mi kırıldı” diyerek çıktı. Ne yazık ki ana yelkenimiz camadan yerlerinden yırtılmıştı. Hemen motor çalıştırıp orsaya döndük. Güverteye çıkıp ana yelkeni topladım. Kavança esnasında pusulaya çarpan ıskota makarası pusulamızı da kırmıştı. 15 dakika sonra hava birden durdu ve 5 dakika içinde karayelden esmeye başladı. Mehmet ağabeye kötü haberi telefonla verdik. Bütün gün esen fırtınadan sonra çok şiddetli bir yağmurla beraber deniz çarşaf gibi olmuştu.
Gece yarısına doğru Bebek’te Mehmet ağabey tarafından karşılandık. Çok güzel bir seyir, son dakika golüyle gerçekten çok kötü bitmişti.



12 Ekim 2009 Pazartesi

Bozcaada-Gelibolu



Sabah erkenden bir tıkırtıyla uyandım, kalktım baktım. Erol Ağabey, sağolsun erkencidir hep, kahvesini koymuş güvertede yudumluyordu... Teknenin içinde bile acayip bir rutubet var, nasıl uyumuşuz burada hayret? Bu arada harika güneş doğuyor. Ada daha yeni yeni uyanıyor, limanda kimsecikler yok...Tekne içinde oyalanmayıp, Ada'ya çıktık yine. Tam sezon sonu, el ayak çekilmiş, zaten günlerden Pazartesi, haftasonu için tek tük gelen birkaç kişi de dün akşam vapuruyla dönmüşler anlaşılan. Çamaltı'nda in-cin top oynuyor. Köşedeki kahvede börek-çörek yanında sıcak demli çayla kendimize geldik. Çok da vakit harcamayalım, yola koyulma vakti. Benzincide kimseler yoktu, aslında bulmuşken biraz mazot alsak iyi olurdu ama ne yapalım? Önümüzde Çanakkale var, oradan da takviye ederiz dedik, hay demez olaydık... Meteoroloji ihbarları bu sabah itibarıyla 4 kuvvetinde Güneyli eseceği, öğleden sonra ise yine aynı yönden şiddetleneceği yönünde. O saatlerde Boğaz'a girmiş olacağız, bakalım arkadan gelen bu rüzgar ne kadar işimize yarayacak. 3 gündür güneyden geliyoruz tangur-tungur, daha önce başlasaydı ya meret! Çeşme-Çanakkale arasını balonlu malonlu geçseydik fena mı olurdu? Ama geçtiğimiz yıllarla karşılaştırınca buna da şükür! )) Kafadan gelen denizlerle her seferinde yediğimiz dayakları düşününce, hakkını yemeyelim, bu yıl çok mülayim geçiyor doğrusu...

Kahvede oturmuş çaylarının son yudumlarını höpürdeten çocukları masadan resmen çekiştirircesine kaldırdım. Acele etmemin tek nedeni rüzgar değil, hop-hop karakterim de... Aklım aslında bir önceki gece balıkçılarla yaptığımız sohbet ve duyduklarımda...

AKYA!

Takımlar nasılsa hazır...Limandan çıkar çıkmaz, yelkeni basıyoruz. Henüz tek başına götürecek gibi değil, motor artı yelken devam ediyoruz... Rota tam Kuzey! En irisinden takımı, ucunda en güvendiğim makineye bağlı suya bıraktım. Ayarlar-mayarlar herşey tamam. Su harika, güneş süper. Rüzgar da ha keza! ve en önemlisi mevsim de ideal... Bundan iyisi Şam'da kayısı...
Tek bir eksiğimiz var: ASSOLİST!
Bu gibi durumlarda, ustalarımdan öğrendiğim, suya bırakıp "unutacaksın"... Ben de öyle yaptım, içeri girdim küçük bir iş için Ama "şişman kadının" çıkması uzun sürmedi... Nurettin Ağabey'in bağrışıyla, neredeyse kemerimi falan bağlamadan güverteye fırladım. Hep yapılan yanlış, makinenin üstüne atlamamak lazım. Ekip bu konuya aşina, hepsi tecrübeli. İlk başta hayvanı bırakıp, tekneyi yavaşlatmak ve durdurmak lazım. Makine acayip gürültüyle boşalıyor, bu arada biz de yelkenlerle uğraşıyorduk. Tekne neredeyse durmuştu ki ses de kesildi...

Korka korka elime aldım:
-Eh be lanet! Koparttın değil mi?
Zaten 0,75 Flurucarbon misinayı kopartaacak bir balıksa da işallah tutamamış oluruz diye kendimi avutuyorum ama hikaye...

Onca misinayı o kadar zamanda boşaltmış olan hayvan bu kadarkolay, mücadele etmeden geliyor olamaz, kesin koparttı...

Herkes bordadan sarkmış, ucunda ne var diye bakınıyor:
-Ne olacak, sıyrılmış bir düğüm! Lanet!!! Yani kopartsaydı daha az üzülecektim. Bu düğüm nasıl sıyrılır? Hay kafama ne yapayım? Gece vakti, kör karanlıkta düğüm atarsan böyle olur. Ama oyunun kuralı bu! İşin içinde hep kazanmak yok, zaten olsaydı kesin çok daha az zevkli olurdu. Başkaca o boyda ve verimde, rapalam olmadığı için küçükten bişey attım, sırf adet yerini bulsun diye, ama adım gibi eminim... Bu gün başka kısmet olmayacak! Gitti...
Neyse, yelken-motor, sonra da sırf yelken yukarı çıkarken teknenin piyanlarını yapıyorum, hazır ipler çıkmışken de Erol Ağabey bir yandan anayelkeni toplamak için kullandığımız ahtapotu derleyip-topluyor. Nurettin Ağabey karışmış bir gırcala yumağıyla uğraşıyor.


Ahtapotun kolları

Yelkenci Piyanı

Adi Piyan

(Gönül isterdi ki balığın resmini koyalım ama bu seferlik düğüm resimleriyle idare edeceğiz mecbur)

Biraz kafamızı dağıttık ki, artık nasılsa gemi yoluna giriyoruz diye arkamızdaki oltayı topladım. Daha yerine koymamıştım ki, tekneye 10-15 metre mesafede en az 2 metre boyunda bir kılıç Boğaz sularını şapırdatarak fırladı... Gri-lacivert parlak renkleriyle inanılmaz bir görsel ziyafetin etkisiyle donmuş kalmıştık hepimiz... Ön taraftan Kaan'ın bağrışı-çağrışı "hadi hemen oltayı at" uyarılarının hiç bir önemi yok, artık çok geç. Herkes biliyor, 2. kural: "Gördüğün balığı oltayla yakalayamazsın!" En son suya girerken, ağzında ince-uzun beyaz bir rapala var mı diye bakmaktan kendimi alamadım... Hani Hollywood senaryosu olsa, kaptanı Gregory Peck oynardı kesin... Takma bacaklı ve sert mizacıyla balığa kaptırdığı rapalasının peşinden aylarca koşan intikam peşindeki kaptanın ruh halini ondan iyi kimse yansıtamaz, eminim )))

Hikayemize geri dönelim, kılıçbalığından daha önemli bir sorunumuz var. Sergün telefonla arayarak, beraber gelmeyi planladığı arkadaşının hastalandığını, tek kaldığını söyledi. Eyvah! Plan tamamen suya düşebilir. "Kuzene ve babama ulaşmaya çalışıyorum, daha vaktimiz var" diyerek kapattı. Araba onda, Istanbul'dan Çanakkale'ye gelecek, bize arabayı verecek, kendi tekneye binecek ve devam edecek. Aslında gayet kolay ama yalnız kalırsa yapamaz. Bizim ekipte herkesin işi ve/veya programı var. Devam edebilmemiz mümkün değil. Bu mevsimde teknyi Gelibolu veya Çanakkale'de bırakmak da istemiyorum. Dur bakalım nasıl çözeceğiz?

Boğazın girişinden sonra yaz tatili için Dardanos'a geçmiş, kış balına kadar da sezonu uzatmış, Kaan'ın babası Nurullah Amca'ya uğradık. Biraz sert esiyor, ama zaten kısa kalacağız. Sağolsun Nurettin Ağabey ben teknede kalır, göz kulak olurum deyince gönül rahatlığıyla karaya çıktık. Köyden harika ev yapımı şarap ve kavun alıp, Ada yapımı sakız likörünü bıraktık. Selamlaşmalar ve selametler dilekleriyle tekrar yola koyulduğumuzda Sergün arayarak babasını ve kuzenini ayarladığını, en geç saat 15-16.00 gibi yola çıkıp 3-4 saatte gelebileceklerini söyledi. Süper haber, artık içimiz rahat.

Çanakkale'de durup Nurettin Ağabey'i otobüse yolcu edeceğiz. Biraz mazot takviyesi yapmak istiyorum ama Çanakkale Marina'yla ilgili geçmişten kalma duygularım, hiç de hoş değil.Nitekim, yanılmadık... Marina içinde yanyana çektikleri sandalyelerde oturan adamlar, sanki kendi mekanlarına gelmemişiz gibi bir umarsızlık içinde davranınca "tamam" dedim kendi kendime, "başlıyoruz". İnsan bir kalkar halatını alır, geçtim onu hoşgeldiniz der... Neyse yutkundum 1-2, hafiften Erol Ağabeyle göz göze geldik. Yazın Keyfim ile aşağı inerken onların da başından nahoş şeyler geçtiğini biliyorum burada. O da şimdilik sinirini kontrol ediyor. Sanki başıma geleceği biliyormuş gibi,

-Kısa kalacağız mazot var mı?
-Şuraya yanaşın...
-Mazotunuz var mı?
-Yok.
-Allah allah! Madem yok, neden şuraya yanaş diyorsunuz kardeşim?-...
-Peki tanker çağırıyor musunuz?
-Yok
-Benzinci nerede?
-Yakın yürüme mesafesinde,
-Yürüteç gibi bişeyiniz var mı, bidonları taşımak için?
-Yok... Suya attılar geçen gün.
-Neyse yürüyerek gider, taksiyle getiririz.
-Günlük ücret 55 Milyon.
-Mazotunuz yok, benznciye gidip-gelene kadar bizden 55 milyon mu alacaksınız?
-Burası belediye limanı...
-...

Diyalogun geri kalanını tam metnini burada yazmak, terbiye sınırlarını aşacağı için kısa kesiyorum. Araya giren, belli ki tüm gün orada oturup pinekleyen adamların terbiyesizliğini ve mantıksızlığını ise hiç hatırlamak dahi istemiyorum, hala nasıl tepe tasımı attırabiliyor şaşıyorum... Neyse, adamlara anlayacakları dilden, uygun seçilmiş sunturluları sıraladıktan sonra, kendi kendime bir daha dünya dursa Çanakkale Marina'ya yanaşmayacağıma yeminler ettim.
Yani koskoca şehrin göbeğinde, tamamen çay ocağı mantığı ile işletilen, adı "Marina" olan, kanımca balıkçı barınağı bile olamayacak kadar deniz ve denizcilik nosyonu-bilgisi/görgüsünden uzak kişilerce işletilen bu yerin, nasıl olup da sadece 20 mil güneyinde tamamen farklı yapı-mantık ve yaklaşımla işletilen bir diğer limandan (Bozcaada'dan) kendisine en ufak örnek almamasını anlamak mümkün değil... Yola koyulduk, dert değil. Tekneciliğin bu tarafını çok seviyorum. Deniz ve doğa haricinde hiç kimseye tabi değilsin, yani olmayabilirsin. Gelibolu'dan arabayla taşırız bidonları. Ne çekeceğim bu arogan "çaycıların" marinacı konseptlerini. Zaten sıtkımız sıyrılmış aşağıda dünya markası marinalardan, üstelik Çanakkale'li Delidumrullar bizden Porto Cervo ayarında para istiyorlar... ve de fiş de kesmiyorlar! Bunun adı tam vurgunculuk!

Rüzgar arkamızdan geliyor, hayatımda ilk defa Nara'yı arkadan gelen rüzgarla, ayıbacağı seyirle geçtik. Telsiz açık, kulağım sektörde. Fazlaca bir trafik de yok zatii... Kimseye bulaşmadan Gelibolu balıkçı barınağına girdik. Sergün'ler de hemen geldiler. Bordaladık, tekneyi topladık. Hemen yandaki Lokantaya oturduk. Ufak tefek öte beri alışverişi. Lotus formunda, önünde uzun bir deniz geçişi var. Sergün iyi dümencidir, ona güvenimiz tam. Kuzeni de oldukça sağlamdır, Babasının da eskiden beri denizlerde olduğunu biliyorum... Umuyorum herşey yolunda geçer.


11 Ekim 2009 Pazar

Chios-Bozcaada



Marmaro rıhtımında, balıkçılardan da nasiplendikten sonra artık yola koyulma vakti geldi. Yukarı yani Çanakkale'ye doğru çıkarken, biz seyir planını şöyle yapıyoruz: Eğer hava uygunsa Midilli'yi sancakta bırakıp çıkmak mümkün. Bu yolu Ayvalıktan dolaşmaya göre 20 mil kadar kısaltıyor. Ancak havanın kuzeyli sert olduğu günlerde pratik uygulaması neredeyse imkansız. O durumda, önce Ayvalık sonra Müsellim geçidinden, Babakale'ye oradan da kuzeye özellikle poyraz esiyorsa, iyice Biga Yarımadası kıyıısına yakın geçerek Bozcaada'ya kadar yükseliyoruz. Babakale'den sonra eğer Karayel esiyorsa, hele de birkaç gündür deniz kaldırdıysa vay halimize!

O akşamki duyumlar da havanın gece kalacağı, Ege kanalında sert denizler olmadığı yönünde. Vardiyaları planladık. Palamar çözdük ve limandan ayrıldık. Önceleri ay yoktu ve inanılmaz bşir yakamoz denizinde, nur içinde ilerliyoruz... Hafif bir rüzgar çıkınca motora destek olsun diye genovayı açtık. Üstüne ekliyor, soluganlarda biraz stabiliteyi arttırması da cabası. Midilli'nin en batısında Sigri adında bir liman vardır. Önünde de feneri. Henüz o mesafeden görünmüyor ama gecenin ilerleyen saatlerinde bize yol göstereceğini umuyoruz. Derken ay çıktı. Ayla beraber rüzgar da biraz artınca, ana yelkeni de açayım diye güverteye çıktım...ve gecenin ilk süprizi!Bumba bağlantımızda yine sorun var. Karacasöğüt'te tamir edeli daha 3 ay olmadı. Nasıl olur? Anlamak mümkün değil. Nurettin Ağabey, kesinlikle aluminyum ile paslanmaz arasında oluşan korozyondan kaynaklandığını düşünüyor. Haklı sanırım. Ama ne yapmalı? Bakalım. Kapkaranlık denizin ortasında tangır-tungur sallanan teknede yapılacak iş değil o kesin. Aletleri edavatları topladım, kös kös kokpite döndüm...

Bir süre sonra da vardiya değişimi, Nurettin Ağabey yattı, Kaan geldi.Ben de bir süre sonra yattım. Bir ara kalktığımda tam Sigri'yi bordalıyorduk. Bu suları severim, çok iyi balık yapar. Ama henüz hava çok karanlık. Hiçbir takım çalışmaz. Güneşin doğmasını bekleyeceğiz. Kalktığımda saat 9 olmuştu. Midilli arkamızda kalmış, Babakale'ye doğru yükseliyoruz. Ağır açık deniz takımlarından birisini suya bıraktım, gelirse buralarda zaten küçük bişey gelmez... Ama nerdee? Tın-tın yukarı kadar peşimizden geldi, tık yok!

Vahit'in Yeri'nden Lotus
Bozcaada'ya tam hesapladığımız saatlerde vardık, güzel berrak bir gün. Vakit bol. Ayazma'ya gelip, yeni atılmış 6-8 tane kafa karıştıran kırmızı şamandıra arasından geçerek kumsala demirledik. Vahit'e çıkıp bir öğle yemeği kayıntısı planlıyoruz. Ayazma'nın açıkları oldukça tehlikeli sığlıklarla doludur. Bilmeden girmeye çalışmak ciddi sorunlara yol açabilir,hele de gece... Bu şamandıraları sanırım yol göstersin diye atmışlar ama nasıl? Onu anlamadık... Yaz başında yoktu, demek yeni bir uygulama...Vahit'de güzel bir yemekten sonra tekneye gelip, bir başka koya geçmek için demir aldık. Mermer burnuna doğru, karadan ulaşımı olmayan favori bir demir yerimiz var. Pek bilinmiyor, pilot kitaplarda da bahsi geçmeyen. Oraya girdik.Ama süprizler henüz başladı. Tuvalette bir sorun var. Açmaya karar verdik. Bu bir teknecinin sonsuza kadar kaçamayacağı bir sorun, benim bildiğim tek bir yolu var, tekne sahibi olmamak!Neyse mecburen giriştik. Önce borular söküldü. Temizlendi. Taktım bastım, çalışmadı. Sırada pompa var, onu da dağıttık... Neyse şu an yemek saati olabilir, uzatmayalım okuyana eziyet olmasın. Her bişeyi yaptıktan sonra, sorunu bulduk ve çözdük. Ancak pis su tankına bağlayabilmemiz mümkün değil gibi, sökerken bağlantısı kırıldı.Direkt denize bağlayarak geçici olarak çözdük.Bu arada bir ekip de, özellikle Kaan'ın acı kuvvetini ve Erol Ağabeyin teknik kabiliyeti sayesinde, bumbayı tamir etti. Yarın ve sonraki günlerde rüzgar artacak, ihtiyacımız var. Yola devam. Rota Bozcaada liman. Liman boştu, rahatça bordaladık. Liman içinde küçük küçük balıklar var. Sürü halinde dolaşıyorlar, tanıdık balıkçılara sorduk. Dışarda akya var, içeri doğru kovalıyor dediler... Hmm! Bu önemli bişey demek olabilir ))
Akşam Çamlık'ta sulu yemek. Çok geç saate kalmadan döndük, herkeste bir yorgunluk var ama benim aklım balıkçıların söylediklerine takıldı bir kere... Olta kutusunu çıkartıp yeni iki takım yaptım. Düğümleri falan tazeledim, ağırlıkları ayarladım. Sonra da yattım uyudum.Bakalım yarın nelere gebe?

10 Ekim 2009 Cumartesi

Alaçatı-Chios/Marmaro

Ertesi sabah erken uyandık. Yolumuz uzun ama asıl sebep bu değil, Nurettin Ağabey pek çaktırmıyor ama bu konulrda oldukça titiz bir yapıya sahip.

Teknecilik bir disiplin işidir, bu kesin! Doğrusu ilk defa tanıştığım insanlarda, çok da "disiplinli" bir intiba bırakmadığımın altını çizmem gerek sanırım. Bu yüzden olsa gerek O da çelişkili duygular içersinde. İlk defa bizimle çıkacak, zor bir durumdur bu. Bilirim. Ama bir yandan da güveniyor, bunu hissediyorum.
Ben de çok samimi olmadığım bir arkadaşımın teknesine gittiğimde, benzer çelişkiler yaşarım hep. Neyse buraya keyif yapmaya geldik, zamanla ilgili sorunumuz yok. Esnek bir planımız var.
Bu rotada zaman açısından kısıtlı ve zorlayıcı planlar yapmanın başa ne dolu dertler açtığını öncelerde defalarca yaşadık.
Plan şu biz çıkabildiğimiz kadar çıkacağız.
Sergün Levent'te bir yerlere park ettiğimiz arabamızı alıp bizi karşılamaya gelecek, artık o sürede nerede olursak. Biz arabayla dönerken, O da kendi ekibiyle tekneye geçecek ve Istanbul'a veya gidebildiği kadar kuzeye gidecek.
Dolayısıyla erken çıktık.
Marina parasını bir önceki gece her ihtimale karşı vermiştik.
Alaçatı marina son geldiğimden beri bayağı kalabalıklaşmış. Etraf balık avlama turnuvasına katılmak için gelmiş, açık deniz balık tekneleri ile dolu.
Biz de kendi oltamızı, mendirekten çıkar çıkmaz attık. Burada olur mu sorumu daha tamamlamadan, malum sesle herkes irkildi. O an bir şaşkınlık olur hep. Kısa sürdü, tekneyi durdurup sarmaya başlayıncaya kadar, bir boşalma oldu, ses kesildi.
Kısmet değilmiş...

Dümdüz denizde koydan çıkıp, boğaza doğru yollandık. Karşıdan gelen çok da kaba olmamasına rağmen dalgaları kolaylamak için karşı kıyıya-yani Sakız Adası tarafına- geçtik.Ana limanı, yeni inşa halindeki marinası önünden kuzeye doğru tırmanıyoruz.
Nurettin Ağabey bu suları iyi biliyor.
Bize Koyun Adası (Inoussa) ve adanın diğer limanları ile kıyılarını anlatıyor.
Sakız ana limanında kontroller sıkı. Karaya çıkmak taraftarı değiliz, kimsede pasaport yok, Nurettin Ağabey hariç. O tedbirli haliyle...
Önce Pantoukios. Küçük bir liman girişinde balık çftliği var. Çok sevimli değil. Girşte solda bir çekek yeri var. Rivayete göre çok ucuzmuş, çekme atma işleri...
Sonra Langada. Girişte sağ taraf (kuzeyi) askeri bölge...
Liman şirin, 3-4 tane taverna var. Kalamarı tavsiye edildi, ama çıkıp deneyemedik.
Marmaro'ya doğru çıkacağız. Hem yolu kısaltacak hem de kuzeyli havalarda bizi koruyacak bir mendireği var.
Sancak bordamızda, girişi doğudan olan Koyun Adalarını bırakarak, burunda üstünde feneri de olan Strovilo adasının etrafında balığa yatan sandalların arasından batıya dönüyoruz.
Marmaro'nun koyuna girmeden, yine feneri olan bir başka ada olan Margariti'nin etrafından dönüyoruz. Kanalda, doğudan batıya doğru geçerken sığlıklara dikkat.
Limana erkenden girmek istemediğimizden, demir atıp kendimizi sulara bırakıyoruz. Gayet hoi berrak bir su bekliyor bizi.
Kaan günün ilk ganimetini alıyor. Dipte bir anforaya saklanmaya çalışan sekiz kollu, akşam yemeğinde meze olmak üzre usulünce mutfağa giriyor.
Karaya çıkıp, bağlanıyoruz. Gelen giden yok. Tekneyi özellikle açık bırakıp, 3-4 km yukardaki asıl yerleşim olam Kardamila'ya doğru yürümeye başlıyoruz. Etraf daha çok kafe dolu, hiç taverna yok. Çoğu kapalı, evler bakımlı. Hali vakti yerinde Yunanlıların sayfiye yeri belli.
Ekim sonunda Silivri-Kumburgaz'da gibiyiz, ruh hali aynen bu...
Kardamila'da çınaraltında birer kahve içip, dönüşte bulduğumuz bir marketten içki stoğunu destekliyoruz. Lotus'un bu iyiliği var, sintinesi geniş... Yolculuğun kalan kısmında uçk ya da otobüse elimizde tangır tungur şişelerle binme zorunluluğundan da kurtarıyor adamı.
Limana döndüğümüzde bizi Liman Polisi karşılıyor...
Bingoo...
İki elimde, şişe dolu iki torba kötü bir niyetimiz olmadığını ifade etmekte zorlanmıyoruz. Bu arada çok az ingilizce biliyormuş numarası yapmak yine işe yarıyor.
Bu Yunan polisleri aynı bizimkilerin kafasında.
Şişeler mi? Onlar da global ekonominin işleyişinin parçası bence!
Gözümüze kestirdiğimiz güzelce bir taverna da bulamayınca, ahtapotu da düşünerek tekneye girdik. Bence sofra bu tarz el-ayak çekilmiş bir sahil sayfiyesinde bulabileceğimizden çok daha iyiydi.
Bir takım gürültülerle kafamı kapıdan uzatınca, dibimize yanaşmaya çalışan dev gibi bir balıkçı kayığı ile burun buruna geldik.
Avdan dönüyorlardı ve göz hakkı geleneği biz de olduğu kadar, tüm Ege'de geçerli.
Diğer açıdan bakarsak, bir torba uskumruya karşılık iki adet türk cevizi bence gayet iyi bir alışverişti.




9 Ekim 2009 Cuma

Alaçatı

-Alo.. Mehmet?
-Evet Kaan, buyur...
-Abi acayip trafik var. 2,5 saattir Bayrampaşa'dan köprüye gelemedim.
-Eh Cuma günü, normal. Var daha vaktimiz... Bekliyoruz biz.
-Yok yok böyle olmayacak. Siz çıkın bana doğru gelin isterseniz.
-Neredesin?
-Levent.
-Yahu Levent'ten Etiler ne yazar? Sap ara sokaklardan falan gel.
-Takıldım kaldım...

Hikayenin devamı şöyle:
Uçağın kalkmasına 2,5 saat kala Etiler'den çıktık...
1 saatte Levent'e geri gidemeyince, eve dönüp motorları almaya karar verdik...
Ancak bulunduğumuz ara sokaktan kurtulmamız mümkün değil. Ne ileri ne geri...
Son dakikada bulduğumuz park yerine arabayı koyduk, koşarak taksi...
Hiçbiri haliyle durmuyor, Kaan cüssesini de kullanarak bir tanesini resmen zorla ele geçirdi...
Elimizde sırtçantaları ıvır-zıvır koşturarak motorlara Etiler'e geri geldik...
Bu proje sebebiyle neredeyse 1 saatten fazla zamanda Etiler-Levent-Etiler yapmış olduk...
Acı ama gerçek! Uçağın kalkmasına artık sadece 1 saat var...
Ama süprizler bitmiyor...
Benim motorda benzin yok...
En yakın benzin istasyonu yine Levent'te...
... ve yolda kalmak hiç de istemiyoruz...

Sonuç:
Benim hayatımda gördüğüm en berbat Istanbul trafiğinde, neredeyse 40 dakikada, benzin de alaraktan Sabiha Gökçen Havalimanına yetiştik...
ve inanılmaz ama uçağa bindik...
En arkada oturduğumuz koltukta ellerimin titremesinin tamamen bitmesi için bir büyü rakı içmem gerektiğini maalesef hostese anlatamadım... ))
Bütün bu motor seyahati boyunca arkamda oturan Kaan, sanıyorum uzunca bir süre motorsiklete binmez...
Uçaktan inince arabasıyla bizi İzmir Havalimanından karşılamaya gelen Nurettin İşletici Ağabey'i üçümüz de neredeyse 40 yıllık dostmuşuz gibi kucakladık, sarmaş dolaş olduk.
Ancak hikayeyi anlatınca hak verdi...

Alengirli başlayan bu tarz seyahatlerim hep olmuştur...
Seyahatin geri kalan kısmının gerçek bir tatil gibi geçmesi için, bu duygudan mümkün olduğunca hızlı kurtulmanın gerekliliğine hep inanmışımdır.
Bu yüzden, Güzelbahçe civarındaki balıkçılardan birisine giderek, harika bir balık-rakı organizasyonu yaptık. Nurettin Ağabey'e ve eski dostu Gürkan Kardeş'e buradan teşekkürler.

Alışverişi de tamamladıktan sonra, tekneye gittik yattık uyuduk.

8 Ekim 2009 Perşembe

Ara verdik...

Çoook uzun bir aradan sonra yine buradayız )))

Lotus ile neredeyse, Eylül'den beri beraber değiliz. Bu kadar uzun ara daha önce hiç olmamıştı. Bunda tatil programlarının azlığı kadar üst üste gelen tamir ve bakımlar dolayısıyla ortaya çıkan aksaklıklar da etkili oldu. Yaz başından beri planladığımız Göcek seyahtimizi, armada çıkan son dakika aksaklığı ve zaruri tamiri sebebiyle, sağolsun İyibudarlar'ın teknesi Elifim (eski adıyla Elif) ile yaptık. Aslında çok da rahat ettik.

Bu aynı boyda aynı firmada yapılmış teknelerin nasıl olup da dizayn olarak birbirlerinden bu kadar farklı olabildiğini galiba hiç anlayamayacağım...

Neyse Marmaris-Göcek seyahatimiz gayet başarılı geçti...
Lotus bunun akabinde, Marmaris Netsel'den Bodrum'a geldi. Oradan alan Melih Ağabey ve Mustafa Çam anladığım kadarıyla harika bir lodos rüzgarını arkalarına alarak Alaçatı'ya kadar çıkarttılar.
Bizim plan da şimdi Alaçatı'dan alıp, Çanakkale tarafına bir yere çıkartmak. Ekip sağlam bakalım, ne süprizler bekliyor bizi )))

4 Ekim 2009 Pazar

Bodrum Alinda



Sabah saat 07.00 gibi uyandık, hava yine çok güzeldi, güneş yeni doğuyordu. Önce kahvaltıyı da burada yapalım diye düşündük ama sonra rüzgarı kaçırmamak için vazgeçerek bir başka koya gitmek üzere yola koyulduk, motorla koydan çıktıktan sonra dalgalı ve rüzgarlı bir denizle karşılaştık. Rüzgar düne göre daha şiddetli, deniz ise bayağı dalgalıydı. Bu kez sadece Cenovayı açtık, ana yelkeni böyle bir rüzgar ve dalgada açmaya cesaret edemedik, direği kırabileceğimizi düşündük. Çok kısa bir süre ayı bacağı denedik ama riski görünce vazgeçtik.
İkinci günkü seyrimiz daha zor, ama çok da zevkliydi. Artık sadece rüzgarı değil, dalgaları da kolluyorduk ve rotamızı ona göre ayarlıyorduk. Yer yer dalga boyu 3-4 metrelere varabiliyordu. Ama hızımız da zaman zaman 8-9 nm. yi bulabiliyordu, üstelik sadece Cenovayla. Sabah kahvaltımızı yapmak ve biraz da gezmek, görmek için Leros adasının kuzeyinde Partheni koyunda limana girdik. Burası koy girişinde birçok balık çiftliğinin olduğu ve içeride bir çekek yeri ve büyük gemilerin de yanaşabildiği bir limanı olan küçük bir yerleşim merkeziydi. Bir tonoza bağlanarak sabah kahvaltımızı yaptık ve çok sevimli bir yer olmadığı için daha sonra hemen çıktık ve yola devam ettik. Öğleyin yemek molası için Patmos adasının güney-batısında yer alan geniş bir koya girdik de ama rüzgar bizi o kadar şiddetli savuruyordu ki ancak makarnamızı yedik ve hızla o koydan uzaklaştık. Oysa orada denize de girmeyi planlamış ve hayal etmiştik.
İkinci gecemizi İkaria adasında Kirykos limanında geçirmeyi planlamıştık ve öngörümüze göre oraya varışımız çok geç olmayacaktı, saat 19.00 gibi orada olmayı planlıyorduk. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve saat 19.00 da ancak boğazdan geçip Foumi adası limanına varabilmiştik. Yine zik zaklar çizerek, tramolalar atarak seyretmiştik. Malum hem dalga hem rüzgar yolu biraz zorlaştırdı. Limana girdiğimizde önce tekneyi kıçtan kara bağlamak için bir yer baktık, daha çok balıkçı tekneleri vardı. Ancak tüm yerlerin balıkçı teknelerine ait olduğu konusunda uyarılınca, Alman bayraklı bir katamaranın yanına gittik ve ona demirlediği yerin bize de uygun olup olmadığını sorduk ve tam yanına 4 metreye demirleyecekken limandan bizi çağırdılar ve evraklarımız olup olmadığını sordular, biz de olmadığını ama kısa süre kalıp yolumuza saat 04.00 gibi devam edeceğimizi söyledik. Görevli olduğunu söyleyen bir şahıs bu şekilde nasıl buraya geldiğimizi ve asla duramayacağımızı söyleyerek bizi yolumuza devam etmek konusunda zorladı. Ben de bunun üzerine Melih’e yürü yavrum gidiyoruz, ilk hedef Alaçatı Marina dedim. Alman yatçıdan aldığımız hava durumu tahmini yarın rüzgarın hafif şiddette olacağı ve kuzeye döneceğiydi. Zorlu bir gece bizi bekliyordu, hazır güneyden esen bir rüzgar varken yelkenle yola devam edebilirdik. Saat 19.30 gibi hava kararırdı ve biz Fournoi (Foumi) den ayrıldık, yine cenova ile ve dalgalarla yol alıyorduk. Hava parçalı bulutluydu ve dolunay vardı. Ay ara sıra bulutlar arasından yüzünü gösterdiğinde etrafımız bayağı aydınlanıyordu, bunun dışında ise zifiri bir karanlık vardı, kendi ışıklarımız dışında bir ışık yoktu. Rotamızı yaptığım hesaplara göre 335 derece kuzey-doğuya hedeflemiştik. Daha sonra Melih Mehmet Erem’le yaptığı görüşme ile bunu doğruladı biraz daha kuzeye kayarak 350-360 a kadar çıktık. Dalgalar gittikçe irileşmişti, rüzgar da artık biraz daha serin esiyordu. Dalga ile aynı zamanda rüzgarı hesaplamak ve yelkeni doldurmak gittikçe zor olmaya başlamıştı. Saat 24.00 de yekeyi Melih’e devredip, ben uyumaya gittim. Melih tek başına battaniyeye sarınarak 01.45 e kadar devam etti, sonra ben uyandım ve tekrar yekeye geçtim, bu kez Melih dinlenmeye çekildi. Ortalama hızımız 6-6,5 nmildi. Saat 03.00 gibi çok uzaklarda Alaçatı’nın rüzgar santrallarının ışıklarını gördük. Ve 03.45 gibi sahile daha yaklaşınca tramola atarak kayan rotamızdan şimdi hafif kuzey batıya 2-3 mil seyrettik ve Alaçatı limanı koyunun girişine geldik. Orada Melih’i uyandırdım ve cenovayı topladık, motorla seyretmeye başladık. Çok sığ olduğu için bir gözümüz derinlik ölçerde, rüzgar altında seyrediyorduk. Derinlik kimi yerlerde 3 metre olabiliyordu. Korkarak ve koyu tam ortalayarak marina ağzına kadar ilerledik, Melih bu arada marinayı telefon ile arayarak bizi karşılamalarını istedi. Ve saat 04.00 gibi marinada çekek yerinin önüne (Marinada o saatte boş yer yoktu) rüzgar altında biraz acemice ve bottaki arkadaşın yardımlarıyla tekneyi bağladık. Tahmin ediyorum ki, çocuk bizim gibi acemiliği her hallerinden belli iki kişinin gecenin bu saatinde, böyle bir havada nasıl geldiğimize çok şaşırdı. Ertesi sabah tekneyi marinaya çeker ve yanaştırırken de aynı şaşkınlığı bir kez daha yaşadığına adım gibi eminim.
Açık denizde canavarız, ama demirlerken ve bağlanırken tam bir acemi olduğumuz ve daha çok deneyim edinmemiz gerektiği kesin. Onu da öğreneceğiz….
Etrafı temizledikten sonra, geride arızalı bir otomatik pilot bırakarak tekneyi terk ettik.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Alinda-Alaçatı

Mustafa Çam-Melih Ömür'ün ağzından sonradan yayınlanmış, bir LOTUS seferi...
Teknik aksaklıklardan ve gecikmeden dolayı özür dileriz!



izlemek için buraya tıklayın: http://www.vimeo.com/8051851

Gerçekten üç günde yaşantıma üç yıl eklendi diyebilirim. Nasıl mı? Anlatmaya başlayalım;

Melih’le (Ömür) ilk kez konuyu konuşmamız Eylül ayının başına rastlıyordu. Melih bana Ekim'de Mehmet Erem’in teknesi LOTUS’u Bodrum Marina'dan alıp Çeşme’ye getirip getiremeyeceğimizi sordu. Kadere bak ki aynı tarihlerde arkadaşımın ortağı olduğu Papa Joe adındaki lüks yelkenlisi ile, eğer müşterisi olmazsa o hafta sonu üç aile (1-4 Ekim) yine Bodrum’dan 4 günlük bir kaçamak yapacaktık. Ancak tekneye son 4 günde müşteri çıkınca ve teknenin günlüğü 3500 bin Euroya kiralık olunca, para bir kez daha bizi satın aldı ve program yattı. Böyle olunca zaten randevu vermediğim bu 4 gün bir anda boşa düştü. Melih’e uçak biletlerini Perşembe gününe almasını ve Bodrum’a gidebileceğimizi söyledim. Ama itiraf etmeliyim ki, önce Melih ve benim dışında birisinin daha teknede olacağını düşünmüştüm.
Geçen sene yine aynı tarihlerde Levent ve Sami ile (lise sınıf arkadaşım Levent Şensezgin) “CORE” adındaki teknelerini Çeşme’den alıp 4 kişi İstanbul Kalamış Marinaya getirmiştik. Gerçi rüzgar yoktu ve çok sakin bir havada yelken açamadan sürekli motorla yol alarak seyretmiştik, ama yine çok güzel bir duyguydu denizde olmak ve gece seyri.
1 Ekim Perşembe saat 15.00 de uçakla Bodrum’a indik ve 16.30 gibi de LOTUS’un güvertesindeydik. Niyetimiz o gece Galatasaray ve Fenerbahçe’nin UEFA kupası maçlarını izlemek ve suyumuzu doldurup sabah 06.00 gibi yakıt ikmalimizi yapıp yola çıkmaktı, ancak o gece Marina yetkililerinden aldığımız sürpriz bir haberle hareketimizin 09.30 dan önce olamayacağını, çünkü yakıt ikmalinin ancak saat 09.00 dan itibaren mümkün olduğunu öğrendik. Suyumuzu gece doldurduk (Melih sancak tarafımızdaki teknenin hortumunu,iskele tarafımızdaki teknenin musluk bağlantı adaptörünü alarak karşımızdaki teknenin bağlı olduğu musluktan doldurdu) alış-verişimizi yaptık, ama yakıt için sabahı bekledik.
Bu arada zaten hafta içinde takip ettiğimiz gibi, marinadan aldığımız son hava raporunda da iki gün boyunca rüzgarın güney-güneybatı yönünden orta şiddette eseceği, dalga yüksekliğinin maksimum 2-4 metre olabileceği bilgisini aldık. Yani her şey böyle bir yolculuk ve yelken için müthiş uygun görünüyordu.
Sabah 10.00 gibi motorinimizi aldık ve motor – yelken seyriyle yola çıktık. Akyarlar ve Turgutreis’i de geçtikten sonra rüzgar kendini hissettirmeye başladı. Rota kuzeybatı yönünde devam ettik ve yola çıktıktan yaklaşık bir saat sonra cenovaya ilave ana yelkeni de açtık ve güneybatıdan esen apaz rüzgarla yelkenimizi doldurarak motorsuz saatte 4-4,5 nm ile yol almaya başladık. Ancak tam bu sırada maalesef GPS’ imizin pili bitti (Tedbirsizlik) ve Melih in kolundaki saatte var olan GPS ile yolumuzu tayin ettik(Teknolojik arkadaşım benim). Hızımızı LOTUS’un hız ölçeri ile tam ölçemiyorduk, çünkü sürat arttıkça alet daha fazla saçmalamaya başlıyor ve 4 nm ile giderken 6 nm., 6 nm ile giderken de 8 nm. gösteriyordu, muhtemelen teknenin altında ki hız pervanesinde bir kirlenme vardı veya ters akıntı etkiliydi.
Melih ile kaptanlığı çok güzel paylaştık, o diplomalı kaptan, ben ise alaylı yardımcısı. Böylece ikinci uzun tekne yolculuğumda miçoluktan 2. kaptanlığa terfi etmiştim. Ama itiraf etmeliyim ki, dümen çoğu kez bendeydi. Bu arada yekeli bir tekne ile dümenli bir tekne arasında idare açısından bayağı bir fark olduğunu anladım. Geçen sene gittiğimiz “CORE” dümenliydi ve otomatik pilot vardı ve iş çok kolaydı. Ama “LOTUS” da yeke bayağı zor kumanda edilebiliyor. Yekenin otomatik pilot teşkilatı ise çok hassas olamıyor. Bu nedenle yeke başında olmak hem çok zevkli, hem de bayağı yorucuydu.
İlk gün yelken açtığımız saat 11.00 den itibaren koy giriş çıkışları hariç hemen her yerde yolumuza yelken ile devam ettik. Birinci gün deniz oldukça sakin ve dalgasızdı, rüzgarda ana yelkeni de açtık ve yine güneybatı yan rüzgarıyla hafif yatmış vaziyette ortalama 6-8 nm. ile çok güzel bir yolculuk yaptık. Arada burnumuzu rüzgara kaptırdığımız da oluyordu, ama sonunda ince çizgide ve dikkatli gitmeyi de öğrendik. İki kez tramola atarak yolumuzu biraz uzattık ama zevkimize zevk kattık diyebilirim, bu konuda Melih’i biraz zorladığımı söyleyebilirim.
Melih hedef adamı, hedefi koyuyor ve oraya gitmek için plan yapıyor, rüzgarı ikinci plana atıyor (GİDECEĞİ LİMANI BİLMEYEN GEMİYE HİÇBİR RÜZGARDAN HAYIR GELMEZ) diye düşünüyor ve obsesyonunu her şeye rağmen benim isteğimle bastırıyor ve beni mutlu etmeye çalışıyor, her zamanki gibi.
Ben ise yelken için rüzgarı sonuna kadar kullanmak taraftarıyım, (RÜZGAR SENİ NEREYE GÖTÜRÜRSE ORAYA GİT, AMA ÖNEMLİSİ GİTTİĞİN YERDEN VE YOLDAN ZEVK ALMAYA BAK!) ve o nedenle hedef ikinci planda, rüzgar ve yelken birinci. Neticede ikimizin de müthiş zevk aldığı tartışılmaz. Hele yolculuğumuza yaklaşık 50 dakika eşlik eden ve bize müthiş bir şov yapan yunus sürüsü ile zevk doruğa ulaştı. Yaklaşık 10-15 yunus çevremizde atladı zıpladı, altımızdan geçti, bize eşlik etti, eskortluk etti. Harikaydı, sonradan niye yanlarına atlamadık diye de çok hayıflandık, acaba bizimle yüzerler miydi? Bazen insan saçmalıyor. Ben de insanım ve saçmaladım; yunusların metal sesine daha çok gelecekleri gibi yanlış bir bilgim vardı, metale vurmam ve gürültüyle birlikte o harika yaratıklar teknemizin çevresinden çil yavrusu gibi dağıldılar ve yolculuk boyunca da bir daha görülmediler. Heyhat!!!
O gün dingin ve harika bir yolculuk sonrası Leros Adası Alinda koyuna saat 17.30 gibi girdik ve önce koyda bir tur attık. Korunaklı bir limandı, bizden başka üç tekne daha vardı, onlara bakarak teknemizi örnek bir şekilde demirledik. Bot ile sahile çıktık, kafede ev yapımı beyaz bir şarap içtik. Ancak bir gece önce biraz yorgun olduğumuz için yemeğimizi erken yemeğe ve uyumaya sabah da erken kalkmaya karar verdik. Yemek benim için domuz dönerdi, Melih içinse tavuk ızgara. Ancak oturduğumuz kafeteryadaki garson kızın bizimle Türkçe konuşması ilginç bir sürprizdi. Bulgar asıllı kız Türkiye de de bulunmuş. Bulgarca, Türkçe, Almanca ve Yunanca konuşabilen çok sevimli bir garson kızdı. İsmini sormayı unuttuk… Leros çok güzel ufak bir ada, tüm yapılar eski bakımlı ve orijinal, betonarme yok denecek kadar az. Bankadan supermarkete kadar her türlü şey var. Leros’dan GPS için pil de aldık ve ertesi gün için rahatladık.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Karacasöğüt-Akbük


Ertesi sabah, yine mükemmel bir Ege sabahına uyandık. Gece dönerken, Ömer "Paşa'nın" makam arabasını suya düşürdüğümüz için, teknenin kıçında bir dolu öte-beri, suyun dibinde yatıyor. Dalıp onları çıkardım... Bu vesileyle sabah banyomuzu da yapmış olduk.
Teknede ufak tefek tamiratlardan sonra, Tuncer Ağabey'lere kahvaltıya geçtik.
Bugün tatilin son günü, iyi değerlendirmek istiyoruz...
Ya Okluk tarafına, ya da Akbük' e geçeceğiz, henüz karar vermedik. Tuncer ve sevgili Meryem, iskele yazın çok kalabalık olduğu için ve çıkıp dışarda uzun kaldıklarında, yerlerinin gelen teknelere verildiği için dışarda kalmak pek istemiyorlar. Bize belki de karadan gelecekler...

O sıralarda bu coğrafyada olan Erol Akyiğit Kaptan ile de görüşme fırsatı buluruz diye düşünüyoruz, bakacağız.

Öğle olmadan, palamar çözüp, ayrıldık.
Rüzgar henüz artmamış, yukarı çıkıp Akbük'e gitmeye karar verdik. Kendisi oldukça büyük bir koy. Girişinde bir kumsalı gözümüze kestirdik. Harika bir kumu, harika berrak suyu ve etraf çam ağaçları ile çevrili nefis bir doğası var...

Bir aydır Nalan ile aradığımız cennet köşe işte! Ömer etrafa yayıldı, diz boyu suda deniz banyosu yapıyor, yorgunluktan "farıyınca" kumsala çıkıp, sere serpe uyuyor. Mamalar, ördekler, renkli renkli bir dolu hayvanat ve nebatat doğanın bu eşsiz parçasını bir anda daha da renklendirdi...

Akbük'ün dibinde, büyük bir kumsal ve karadan ulaşımın da olduğu iki restoran ve bunlara ait iskeleler var. Soldaki Doğa Restoran, tam karşıdakinin adı yok. Nedense ona yanaştık.

Meğer diğerinde, su-elektrik falan da varmış, neyse bir dahaki sefere...
Çok da matah olmayan bir mutfaktan gelme, ama parası da makul bira-patates tecrübesinden sonra, palamar çözüp Akbük'ten ayrıldık.
Yandan gelen denizlerle, harika bir güneş batışı manzarası eşliğinde, Gökova'ya bir sonraki sefere kadar "hoşçakal" derken, süpriz geliyorum demez, cırrr sesiyle irkildik...
Bu balıklar neden hep en beklemediğimiz anda geliyorlar? Anlamak mümkün değil. Koydan çıkarken, artık otomatikleşmiş hareketlerle suya bıraktığım oltayı tamamen unutmuştum. Nalan'la kısa bir bakışmadan sonra, manevrayı yaptık, rüzgarüstüne döndük. Küçük takım vardı, tam güneş batışı, balığın zaten iyi av verdiği saatler... Dalga da var gerçi ama, tekneyi döndürüp, oltayı toplamaya başladık. 40-45 cm boyutlarında bir lambuka, su içinde mücadele veren, renkten renge giren balığı ilk gördüğümüzde ikimiz de hayran olmadık dersem yalan olur. Bu kısa bir an duraklamama ve balığın neredeyse teknenin dibinden, oltayı koparıp kaçmasına fırsat verdi, alamadık...
Zaten eve de dönüyorduk, bu saatten sonra kim uğraşacak balık ayıklamakla, yemekle diye kendimizi avutarak tekrar rotaya girdik.
Bilinen çam ağacına kıçtan kara olarak, Lotus'u usulunce bağladık. 3-4 gün kadar yine yalnız, bir sonraki seferi bekleyecek, yorgunluk atacak.

30 Ağustos 2009 Pazar

Bodrum-Karacasöğüt

Milta Marina günlük bağlama bizden 50 Euro'ya yakın para aldı ama doğrusu iyi servis verdi. Oldum olası sevmişimdir bu marinayı, nedense?



Neyse sabaha karşı çıkma projemiz, yorgunluğumuz sebebiyle sabah 7'ye ertelendi. Teknede Nalan, Ben ve Ömer olduğu için ve en önemlisi otopilotumuz olmadığı için, biraz ikircikliyim. Denize domuza kalmadan koya (Gökova'ya) mümkün olduğu kadar çabuk ilerlemek istiyorum... Gerekirse gece bile gitmeye razıydım ama sabaha erteledik.



Sabah, şehir yeni uyanırken, bizi sessizce takip eden Kale'nin bakışları altında mendirekten çıktık. Rota Doğu!



Dümdüz denizde ilerlerken, mecburen birisi dümen tutacak. Buna bir çare bulmak lazım diye dolanırken, aklıma depodaki kuvvetli lastik geldi!! Bir şekilde becerdik... ve çalıştı!!



Çok uzun süreler bırakıp içerde yemek pişirmek mümkün değil tabi ama, en azından yekeyi birkaç dakika bırakmak ve serbest olabilmek bile hoş bir duygu... Diyeceğim odur ki otopilotlarınıza iyi bakınız ))


Önce Karaada, sonra Orak, sonra Mazı derken neredeyse Çökertme'yi tutturduk. Bir önce, adı kitaplarda dahi geçmeyen ama sonradan öğrendiğimize göre Kargılı olan koyda, rüzgara uygun kıçtankara olduk. Gayet hoş denizi var, koydaki bizden başka tek motoryat da demir alıp gidince keyfimiz iyice yerine geldi.


Güzel bir makarna, eşliğinde şarap ile tam yayılacakken 3 tane guletin neredeyse aynı anda içeri girmesi ve üstüste bağlanması ile hafif gardımız düştü tabi...
Ama belki de iyi oldu, muhtemel muhabete devam etseydik, adını bile bilmediğimiz koya yayılır, belki de o gün tekrar çıkmaya yetecek enerjiyi bulamayabilirdik. Ancak ne gam? Herhangi bir zaman kısıtlaması olmayan tekne tatillerine bayılıyorum... Çıkmasak ne yazar?


Galiba gerçek gezginlik işte tam bu!


Neyse dışardaki rüzgar da tam istediğimiz yönden esiyor, armada hala yerine koyamadığımız eksik çarmığın da yarattığı tedirginlikle, camadanlı-mamadanlı yola düzüldük...
Olta suda, her zamanki gibi...
Geniş apaz 8-10 knotlarda Gökova'nın kalbine uzuyoruz.
Tuncer Ağabeyler, yolda aradı. Akbük'e geçmemiş, sosyete koyu dedikleri, Karacasöğüt'ün hemen yanında (batısındaki) koyda demirde olduklarını söyledi.


Onlarla buluşmamız, saat beşi buldu.
Hasret giderdik.
Ömer "Paşa" ile ilk defa karşılaştılar.


Sohbet-mohbet anılar derken, iskeleye geçip bağlanmaya karar verdik. Karaca her zamanki gibi bizi içten kucakladı. Neden bazı insanlar tatillerinde hep aynı yere gider? Orada rahat ettikleri için mi? Bazıları ise hiç görmedikleri yerleri denemek isterler? Hangisi doğru? Herkesinkini bilmiyorum ama ben bu cennet köşeye gittiğimde, ruhum aydınlanıyor sanıyorum... O kadar rahatlıyorum.



29 Ağustos 2009 Cumartesi

Turgutreis-Bodrum


LOTUS zorlu bir Ege seyahatinden ve bir eğitim seferinden yine "yaralı" döndü... Tekne Bodrum'da kaldığı bir ay boyunca hep bazı sorunlar yaşadı. Yelken yırtılması, otopilot meseleleri, kayış kopması, dıştan takma motor sorunları, elektrik sorunlarına bir de son seferde başımıza gelen çarmık kopması eklenince, şahsen benim moralim iyice göçtü...


Hikaye uzun ama, kısaca anlatmak gerekirse, dalgalı bir denizde orsa seyrederken, baby-ıstralya tabir edilen direği sabitleyen ama üstünde çok da yük olmayan tel, direk bağlantısınıdan koptu.
LOTUS'daki terminnaler swage-stud denilen cinsten. 6 mm'lik tele bu baskı bağlantıyı Bodrum'da sadece birkaç yer yapıyor. Bir tanesi Hüseyin Bey (0532 5017384), İçmeler'de atölyesi var. Ancak biz kendisiyle birçok kez telefonla görüşmemize rağmen, bir türlü buluşamadık. Sonunda teli söküp, Istanbul'a getirmek durumunda kaldık. Burada Cemil Dönerkaya (0212 2503385) sektördeki uzun yıllara dayanan tecrübesini konuşturdu ve sorunu çözdü. İlk planda ıstralyayı takıp, LOTUS'u buraya getirecek ve bir arma testi yapıp neyi ne kadar değiştirmemiz gerektiğine bilahare karar vereceğiz.

Gümüşlük'de kiralalan evden artık çıkma zamanı geldi, ancak bizim dönüşümüz için hala 3 günümüz var. Nalan ile beraber, Ömer "Paşa'yı" da alarak bir Gökova seyrinin süper bir final olacağını farketmemiz çok kısa sürdü...


Tüm aileyi ve arkadaşlarımızı alarak, Turgutreis'ten Bodrum'a bir sefer yapacak, oradan çıkışlı Karacasöğüt'e ertesi gün biz üçümüz devam edecektik.
Gerçekten de güzel bir rüzgar eşliğinde, yelken yaparak ve denize girerek, hoş bir seyirle Bodrum'a geldik. Milta marina birkaç saatliğine bile olsa tam gün parası alacaklarını söyleyince, bağlanıp Bodrum'da vakit geçirmek ağır bastı.

Sünger Pizza'da büyükçe bir masadan sanırım en çok ekibin genç jenerasyonu memnun kaldı. Sonrasında sokaklarda turlamalar, marinada alışveriş ve teleskopla aya bakma...

Gece geç döndüğümüz için marina çıkışı veremeyeceğini söyledi, ama Muammer bey bir şekilde halletti. Sabah ışıklarıyla çıkacağız.


27 Ağustos 2009 Perşembe

Miçonun seyir notları 14-23.08.09

Bir miçonun seyir notları: Lotus’a ilk bindiğim andan itibaren çok sevdim ve keyifli bir seyir yapacağımıza olan inancım daha da kuvvetlendi. Tekneyi teslim alıp yırtılan cenovanın tamiri için beklerken Turgut Reis Marina’da 2 gün geçirdikten sonra Yunan adaları için yola çıktık ve ilk durağımız Pserimos’a vardık. Yapılabilecek en güzel kıçtankara operasyonu ile teknemizi en güzel yere yerleştirdik. Yine de Kıçtankara operasyonunun başkahramanı olarak kaptandan aferin alamadım :) (yavaş yüzüyormuşum) Üzerimdeki burukluğu sahilin pırıl pırıl mavi suları ile yıkadım o güzelim sahilin hakkını vermeye çalıştım. Akşama kimsenin bilmediği patika yollardan :) yıldızlar ve keçilerle birlikte yürüyerek adanın şirin limanına vardık. Sahildeki tavernalardan gelen sirtaki sesleri eşliğinde harika bir akşam yemeği yedik. Ertesi sabah Kalymnos’a doğru yola çıktık. Telendos ve Kalymnos arasında güneşin batışını seyretmek gezinin en güzel anlarından biriydi. Güneşin kocaman turuncusunun yavaş yavaş azalarak ufuk çizgisinde kayboluşunu seyretmenin verdiği keyif harikaydı. Sonrasında Emborios’a vardık ve teknemizi küçük koyun en güzel tonozuna :) bağladık. Akşam çiçek kokuları içerisinde cennetten bir bahçe tasviri şeklindeki Harry’s restoranda yemek yedik. Yemekten sonra sahilin yegâne barı Artistico’ya gittik. Barın sahibi Yorgos’un sıcak misafirperverliği, çaldığı gitar nameleri ve sirtaki havaları ile kendimizi darbuka çalarken ve masaların üzerinde oynarken bulduk. Muhteşem bir Emborios gecesiydi. Ertesi sabah kahvaltı ettikten sonra Levithia için yola çıktık, güzel bir yelken seyrinden sonra küçük sevimli bir koya geldik ve yine koyun en güzel tonozuna bağlandık. (miçonun katkıları tonozu ve bağlandığımız yerleri süperleştiriyor :)) Biraz denize girdikten sonra yine miçonun pişirdiği deniz suyunda olabilecek en lezzetli :) mantarlı makarna ile akşam yemeği yedik. Ertesi sabah Donoussa için yola çıktık. Akşamüzerine doğru Donoussa’nın inci tanesi gibi rüzgârlı koyuna vardık. Çift demir atarak yine koyun en güzel yerine teknemizi yerleştirdik. Sahilin tek salaş ve aynı zamanda bohem cafe-barının etrafında avrupalı turistlerin çadırları rüzgârla ahenkle dans ediyorlardı. Akşama botla, biraz da ıslanarak karaya çıktık. Yine kimsenin bilmediği :) patika yollardan adanın şirin küçük limanına vardık. Sahilde sempatik bir restoranda, tipik rum mezeleri ve musakka ile akşam yemeğimizi yedik. Dönüşte sahilde ki bohemian barda içkilerimizi içip tekneye döndük. Harika bir Donoussa gecesiydi. Ertesi gün Naxos için yola çıktık. Uzun, dalgalı, kalın montlu bir motor seyrinden sonra akşama doğru tüm yorgunluğumuzla Naxos limanına vardık. Naxos için ayrı bir bölüm açmak iyi olur diye düşünüyorum. Lotus auf Naxos (miçonun Almancası zayıf, başlığı kopya çekti :)) Gece geç geldiğimiz için limanın içinde istediğimiz gibi bir yer bulamadık ve limanın dış tarafında demir atarak kıçtankara bağlandık. Ertesi sabah yan tarafta yerini beğendiğimiz teknenin çıkmasıyla onun yerine geçtik. Geçerken komşu tekne sahibinin iyi niyetli yardımlarına rağmen bağlanırken planladığımız seri hareketleri sergileyemedik ve Lotus’a arkadan bir iki fırça darbesi süs yaptık. Sonrasında gayet tedbirli bir şekilde teknemizi bağladık fakat Lotus bağlandığımız yere biraz küçük kalmıştı. Sonra Naxos’un güzel plajlarının keyfini çıkarmak için otobüs ile yola koyulduk ve kısa bir yolculuktan sonra rüzgârlı, altın kumlu Naxos sahiline uzandık ve denizin keyfini çıkardık. Gayet keyifli güle oynaya teknemize döndük fakat Lotus biz yokken yerini beğenmemiş ve biraz da bize kızmış belli ki ve koçboynuzunu iskeleye fırlatmıştı. Hemen teknenin yerini limanın içine daha güvenli bir yere değiştirdik. Lotus’u fena kızdırmış olmalıyız ki yerini değiştirdiğimiz halde bu sefer motordaki bir kayışı kopartıp attı. Kayış yerine Lotus’a bayan çorabı bile giydirdik ama onu da beğenmedi. Kaldık mı Naxos’da. Dönüşümüz her halükarda en az bir gün gecikmişti. Parçayı adada bulamazsak, Atina’ya sipariş verip gelmesini beklerken daha da uzun süre orada kalacaktık. Neyse ki sevimli liman görevlisi Costas tekne evraklarını kaşeletmemiz gerektiğini her cümle sonunda hatırlatarak kendisine minnettar kaldığımız yardımlarını bizden esirgemedi. Kopan parçayı aramaları adaya genel talimat verdi :) Bu arada bizim morallerimiz biraz düşmüştü. Naxos – Lotus elektiriği ilk etapda tutmamıştı. Akşama üzerimizdeki ağır havayı dağıttığımız keyifli bir yemekten sonra tekneye dönmüş ve biraz heyecan, biraz endişe, biraz acaba bulamasalar da biraz daha burada kalsak nasıl olurun verdiği ajitasyonla ertesi sabahı beklerken uyumaya çalışmıştık. Ertesi sabah ada genelinde parça bulundu :) ve cana yakın teknisyenler parçayı motora taktılar. Evraklarımızı Costas’ın gönlünü kırmamak için biri şaşkın biri güzel ama ne yaptıkları hakkında pek fikirleri olmayan liman görevlilerine kaşelettirdik. Naxos maceramızın sonuna gelmiştik ve akşamüzeri de olsa dönüş için yola çıkmıştık. Yolda Donoussa’da geceyi geçirip ertesi gün yola devam etmeye karar verdik. Gece karanlıkta Donoussa’nın rüzgârlı güzel koyuna yeniden vardık. Epey yorulmuştuk. Yine süper miço iş başındaydı. Kabak ve makarnadan oluşan süper bir tekne menüsü hazırladı ve akşam yemeğimizi yedik. Ertesi sabah erkenden rotayı Bodrum Turgut Reis’ çevirip yola çıktık. Rüzgâr yardım etti ve harika yelken yaparak akşam güneş battıktan sonra Bodrum Turgut Reis limanına vardık. Çok keyifli, heyecanlı, süper bir gezi oldu. Miço olarak yelkenle, denizle, rüzgârla ilgili bir arpa boyu daha yol aldım. Başta sevgili Haldun’a ve Lotus’a bu geziye vesile oldukları için sonsuz teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Bana çok şey kattınız. Sevgilerimle Süper miço Merve Not: Seyirle ilgili rüzgâr, rota ve diğer teknik detayları kaptanın seyir defterinde bulabilirsiniz :) Benimkiler gayet subjectif miçonun seyir notlarıdır :)

24 Temmuz 2009 Cuma

Kocaada-Dirsek-Kurucabük


Rüzgarın yön değiştirmesi ile bir önceki gün sakin denizde demirlediğimiz koyun, solugan almaya başlaması sebebiyle, tüm gece hiç uyumadım desem yeridir. Sık sık kalkıp demirin tarayıp taramadığına baktım. Malum, üst üste bağlı 3 teknenin tüm yükü, çok da fazla kaloma verememiş olmasına rağmen, Ateş Ağabey’in Ultra çapasında.
Rüzgar ve dalga kafadan bastırıyor, zaten boğazdayız, bir dolu akıntı şu-bu, işin kötüsü hemen dibimiz kumsal. Arada sadece 3-5 metre mesafe var, taradığını fark eder etmez çözülmeye başlasak bile, tangur tungur taşlara oturmamız işten değil.
Anlaşılan bu endişeleri tek taşıyan ben değilmişim. Başta Ateş Ağabey, sonra Ömer, Turhan Ağabey herkes tilki uykusunda geçirmiş. Bir tek Tutkum’da Metin Ağabeyler, kırk kiloluk admiraltiyi çıkartıp atmış olmanın verdiği rahatlıkla mışıl mışıl uyuduklarını söylediler. Buradan ben birkaç sonuç çıkarttım.
1-Bilmediğin yerde gecelemeyeceksin. Kumsalı güzeldi, kimseler yoktu diye demir attık, akşam-gece sohbette güzeldi. Üşendik, oradan yollanmayıp yattık uyuduk. Rüzgarın değişeceğini hesaplamamız lazımdı.
2-Hadi yollanmadık, mutlaka ikinci bir demir döşememiz lazımdı. Ucunda zinciri, uzun bir batan halatla 30-45 derece açıyla atılan yedek bir çapa, hiç işe yaramasa içimiz rahatlatırdı.3-3 tekne üst üste bağlayınca mutlaka dengeli bağlanmak lazım. Tercihen ortadaki demirleyip, diğerleri sağlı sollu bağlanmalılar.
4-Tekneleri açmazlarla ama mutlaka esneyen halatlarla sağlam bağlamak, dengede kalmalarını sağlamak lazım.
5-Ultra çapanın hakkını vermek lazım. Yiğide vur hakkını yeme… Azıcık kalomayla hepimizi tarttı.

Neyse sabah oldu, bir şekilde. Kumsal dünkü güzelliğini kaybetmiş gibi, denize girmeyi falan düşünüyorduk, erteledik. Sabah kahvaltısını da o çırpıntılı denizde yapmayıp, hemen yakınımızdaki Kocabahçe veya Dirsek’te yapmaya karar verdik. Ateş Ağabey bizimle, Turhan ve Metin Ağabeyler, burnu dönüp Bozburun’a dönecekler. Sanıyorduk…
Koyları yapa yapa kendimize uygun bir yer arıyoruz. Olta suda.
Sıcaklık hemen kendini hissettiriyor. Sabah daha 10 olmadı, tenteyi örtmek zorunda kaldık.Dirsek eskiden beri sevdiğimiz bir koydur. Yakın geçmişte, sanıyorum işletmecisi değişti. İki sene önce geldiğimizde, nahoş tecrübelerle ayrılmıştık. Ama coğrafyası harika.Bu sefer de çöplerimizi-ki çoğunluğu sahilden topladıklarımızdı-atmak ve biraz olsun su alabilmek için sorduğumuzda sanki düşman siperlerinden gelmişiz gibi bir tavırla cevaplamış, kovmuştan beter etmişlerdi.
Sağa sola sorduğumuzda, yakın dostlarımızdan benzer geridönüşler aldık. Turizm işi içindeki bir işletme bu kadar mı kendi üstüne kapalı olur. Yahu denizden gelmişiz, ne olur 10 litre su versen? Neyse... Yapacak bişey yok. Bir daha gelmeyiz olur biter!
Koyun dibinde nereye bağlanalım diye dolanırken, bize el eden birisini fark etmemizle, kim olduklarını anlamamız bir oldu! Turhan ve Nilgün Korsan!
Onlar da benzer şekilde, lokantadan hiç de misafirperver olmayan bir davranış görünce, inadına gidip tonozlarını almış, alargada sallanıyorlardı. Üstlerine bağlandık, önce biz, sonra da Kedi. Olduk mu yine 3 tekne. Zaten kıç ıstralya da koskoca GK sancağı da kıpır kıpır dalgalanıyor. Gelsinler de söksünler bakalım bizi buradan ))
Güzel bir kahvaltı, rağmen pırıl pırıl sularda deniz banyosu, su altı aktiviteleri derken güneş iyice etkisini göstermeye başladı. Üstümüze bir ağırlık çöktü.
Ama teknede çözmemiz gereken önemli bir sorun var. Karacasöğüt’ten beri kaçıran kullanma suyu tankı! Ömer’’le beraber tamamen söktük. Bağlantılarını tekrar sıktık, ama nereden kaçırdığını bilmiyoruz henüz. Doldurup bakmamız lazım.Diğer ufak tefek eksikleri de tamamladık.
Bu arada rüzgar çıktı, Evren, ayılma amaçlı, yine bir başka “punch of idiot” yapımına girişti. Bu seferki kavunlu. Bu punch of idiot konusu aslında başlı başına bir öykü. İddiaya göre içildiği zaman tüm kortikal beyin aktivitelerini sıfırlayan, içeni neredeyse “aptal” eden bir içki. Asteriksin büyülü şerbeti gibi içinde neler olduğu bir muamma. Formül sadece Evren’de var ve haliyle kimseye söylemiyor. İdiot yakıştırması ise yine bir Göcek seferinde, yelkenle yanaştığımız Sarsala iskelesindeki bir İngiliz kaptan tarafından yapılmıştı. İçkinin etkisinde olduğumuzdan kelli, kaptana kızamamış, “aptal-aptal” bakınmıştık.Neyse, hikayemize dönelim.
Rüzgarın da artmasından istifade, Kurucabük’e kadar olan yolumuza erken çıkmak istiyoruz. Gerçi orsa orsa yükseleceğiz ama en azından günlerdir motora kuvvet yüklenmekten kurtulmuş olacağız. Teknenin içini iyice neta ettik, her şey hazır gibi.
Birinci camadan ana yelken, yine küçültülmüş genova ile Dirsek’ten çıktık. Rota 340’ı ancak tutturuyor. Hisarönü Körfezini, enlemesine geçip, iki tramolada sanırım içeri gireceğiz. Aktur’a gitme sebebimiz önemli. Ailenin en genç ve en yaşlı fertlerini buluşturmak. Amcam ve ailesi Aktur’da. Ömer “Paşa” da denizden gelecek, bir akşam onların misafiri olacağız. Sağolsunlar bunu çok uzun zaman öncesinden ayarladılar, çok eğlenceli olacağa benziyor şimdiden.Benzeri Ayvalık’da da olan Aktur, orman içerisine inşa edilmiş bungalowlardan oluşuyor. Oldukça büyük bir yer. İki koya yayılmış. Birisi Kurucabük, diğerine Çakıl diyorlar. Biz nispeten daha rüzgaraltı olan Kurucabük koyu’nu (36º 45' 15" - 27º 54' 14") tercih ettik. İskele var ama yanaşmaya izin verilmiyor. İki koyun tam ortasında kocaman bir Türk Bayrağı var, dalgalanan.
Girişte solda kıçtankara olmak, meltemi almamak açısından uygun gibi ancak karaya oldukça uzak. Biz koyun dibinde, sağ tarafta alargada duran teknelerin arasına yerleşmeye karar verdik. Orman Kampının tam karşısı, uzakyolcular da var. Bir yerde uzakyolcular demirdeyse orasını, nispeten güvenli olarak addederim. Bilmediğim bir yerse, onlarla beraber demirlemek mantıklı gelmiştir hep. Yine öyle yaptık.Zemin kum, 6 metreye funda demir.Ömer Deniz’i karaya çıkartmak zor olacak ama ne yapalım? Şimdilik bu. Önce çöpleri attık. Sonra da bir eşya unutmadan, demir fenerini de yakarak tekneyi neta ettik, kapattık ve ayrıldık.Tüm aile kumsalda bizi bekliyorlar zaten. Denize girildi, yüzüldü. Ömer Paşa’yı sonunda gönül rahatlığıyla denize sokabileceğimiz bir kumsal bulduk. Sütlü mısırlar ve günler sonra tatlı suya kavuşmanın heyecanıyla duşta geçirilen saatler sonrasında, toparlanıp akşam yemeği için hazırlanmak için eve geçtik.Etrafta dolanırken, geceyi geçirmek için tekneyi bağlayabileceğimiz bir yer arıyorum ama uygun bişey bulamadım. Bakalım ne yapabiliriz?Akşam yemeği için kalabalık olacağız, sağolsun Nesrin güzel bir restaurantda yer ayırtmış. Çok hoş bir akşam yemeği, harika bir sohbet, nefis yemekler-mezeler, koca koca iki trança, barbunlar ve çok iyi hazırlanmış bir dolu deniz ürünü ile süslü krallara layık bir sofraya konuk olduk.
Gece karanlığında tekrar aynı ekip, tekneye kürek çekmenin zorluğunu öngörerek, kısa süreliğine plajın iskelesine kıçtan kara olarak tüm ekibi tekneye aldık. Hemen yakındaki sağlam olduğunu düşündüğümüz bir tonoza bağlandık.
Yattık uyuduk.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Bencik-Kameriye ve Kocaada

Yine güzel bir Akdeniz sabahına uyandık. Paşa haliyle bu hususta başı çekiyor. O uyanınca da herkes kalkınıyor malum. Bu coğrafyada uyanmanın en iyi tarafı, kalkar kalkmaz kendini suya bırakmak. Bu sadece serinlik vermiyor adama, bir önceki geceden “kalmanın” tüm kötü etkilerini de alıp götürüyor bir yandan. Dün akşam biz yanaştıktan sonra, üstümüze demir attığını düşündüğümüz Fransız teknesinin sorunsuzca demir alıp çıktığını görmek doğrusu içimi rahatlattı. Yoksa o kadar derindeki demiri ve upuzun döşenmiş zinciri nasıl alırdık bilemiyorum. Koyun içinde yankılanan “pata pata” seslerine eşlik eden ıslık ve bağrış-çağrışla dışarı çıktığımda, bizimkilerin teknenin başüstünde, ağdan dönen bir balıkçıyı tekneye çağırdıklarını gördüm. Anlaşılan deniz o gün çok bereketli değildi ki bize sadece 6-8 tane uskumru ve birkaç kupez vardı. Gerçi güzel barbunlar da vardı ama kızartma işine girmemeye karar verdik.
Akşamki ana yemek belli olduğuna göre, iş starter olarak vazgeçilemez çorbanın nevalesini bulmaya kaldı! Eh onun için de balıkçıdan medet umacak değiliz ya? Hemen oltalar düzenlendi, kupezlerden biri uzunlamasına ince şeritlerle hazırlanarak yem yapıldı. 8-10 kişilik çorba için yeter miktarda hani ve ispariyi de tekneye aldıktan sonra artık içimiz rahat. “Bu akşam artık aç değiliz, çocuklar…”
Bu arada Evren her zamanki yaratıcılığını konuşturup, krallara layık bir kahvaltı sofrası hazırlamış bile. Sucuklu mucuklu, ve içinde ne olduğunu çok merak ettiğim ama belli sebeplerden sormaya korktuğum bir dolu nevale bulunan bir omleti lüplettik.
Serdarlar, Alev’in sırt ağrılarının şiddetlenmesi sebebiyle, seyahatlerini kısa kesip dönmeye karar verdiler. Üzüldük ve meraklandık. Tekneyi Yalancı Boğaz’a yetiştirip, arabayla, kara yoluyla İstanbul’a dönecekler. Uzun yol! Ancak ertesi gün İstanbul’a vardıklarında ve doktor randevusundan sonra her şeyin yolunda olduğunu öğrenecek, içimizi rahatlatacaktık.
Serdarlarla ayrıldıktan sonra, suya bıraktığımız sepeti de unutmadan, upuzun serdiğimiz zincirimizi yavaş yavaş topladık, demir bir önceki gece, üstüne bağlanmış 4 teknenin ağırlığıyla iyice gömülmüş, zor aldık.
Koyun dışına doğru çıkıp Martı Marina’dan gelen Ateş Ağabey ile buluştuk. Güneye doğru rota tutarak, Kameriye ve Kocada arasından geçerek, bulduğumuz ilk koyda (36º 43' 50''- 28º 03' 07'') serinlemek için durduk.
Aslında batılı rüzgarlara açık bir koy ama deniz sütliman olduğu için salimen duruyoruz, şimdilik! Vakt-i keraat geldiği için sistemi dengelemek lazım. Evren etrafta “ne yapsak acaba?” edalarıyla dolaşıyor. Ama fikrin Ömer “Paşa’dan” çıkacağını doğrusu, başlangıçta hiç birimiz tahmin edemedik…
Ateş Ağabey'in gelirken yanında getirdiği karpuzun yarısını hemen yemiştik. Diğerine buzdolabında yer ararken kısa bir süreliğine masanın üstüne koymamla, anlık dalgınlık sonucu Paşa’nın elini, dirseğine kadar içine soktuğunu fark etmem bir oldu. Yüzünde kocaman gülümsemeyle, parmaklarından damlayan karpuz sularını yalayan Paşa, aslında sanırım o seyahatin, devrim niteliğindeki içkisinin de şekilsel mimarı oluyordu!
Küçük parmakları ile koca karpuzun tam ortasında açtığı çukuru genişletip, çekirdekleri çıkarttıktan sonra, içinde biriken karpuz sularına uygun miktarda eklenen votka, buz, meyve parçaları, portakal suyu ve karanfil, kısa süre buzdolabında soğutulduktan sonra servise hazır hale gelmişti bile!
“WELCOME TO KAMERİYEEE”
Yarım karpuz ile böyle bir kokteyl hazırlamanın avantajı, istendiğinde istendiği kadar ekleme yapmaya devam edebilmek sanırım. Çünkü biz 6 kişi şişenin, pardon karpuzun, dibini bulduk ama henüz yolda olan, “hoş geldiniz partisine” yetişmeye çalışan en az 3 tekne var.
Bulunduğumuz yer çırpıntılı olduğu için, demir alıp karşıya geçmeye karar verdik. Hemen taş atımı mesafede, batılı rüzgarlara kapalı, bir sığlık bulduk, denizi temiz (36º 43' 11"- 28º 01' 55'' ). Kuytuda tek bir yelkenli demirde duruyor, kıçtan kara. Tesadüfe bakın, bir önceki gece biz tam yerleştiğimizde dibimize bağlanan Fransızlar bunlar. Hah tam intikam alma vakti… Ateş Ağabey demir atacak, biz de üstüne bağlanacağız. Kısa sürede She de geldi, hemen akabinde de Tutkum. Bir anda küçücük ve ıpıssız koy oldu mu bir Korsan Barınağı! Al sana pis Fransız )))
Bozburun Posta Başı, Ateş Korsan’ın da onayıyla koca siyah sancağı da direğe toka edince, Fransızlar apar topar demir alıp sıvıştılar. Bence çok anlamlı oldu bu sancak! Hep yapalım)))
Hemen karpuzun suyu tazelendi, bir Welcome Kokteyli daha…

HH'den haber aldık, geç çıkmışlar, bizim tarafa doğru gelemeyeceklerini söylediler. Üzüldük ama bir dahaki sefere artık, ne yapalım?
Bu arada Paşa, elden ele tüm tekneleri ziyaret ediyor, yerinde teftiş ediyor. Bir yandan da Lotus’un içi tam bir “Culinarian Mabede” dönüşmüş, herkes elinde bişeyler... Kimi doğruyor, kimi soyuyor, kimi pişiriyor… Akşama menüde, kumsalda yakılan ateş başında yapılacak balık mangal, balık çorbası, salata, bilumum mezeler, bol rakı ve bol kahkaha olacağa benzer!
Ömer ile Turhan (Akman) Korsan kumsala çıkarak iki dakkada, eskiden kalma çöpleri derdest edip torbalara topladılar. Çöp torbaları artık gelenekselleşmiş şekilde, Lotus’un joker botundaki yerini aldı. Bakalım bu leşleri atacak yer bulana kadar ne kadar kıçımızda çekeceğiz? Tam düşünüldüğü gibi, akşamki sohbet süperdi. O kadar yemek malzemesini -ki bunların arasında Ömer Deniz, puseti, oyuncakları, maması ve tüm eşyaları da dahil- koltuk halatlarından tutuna tutuna kumsala kadar taşımamız için 4-5 sefer yapılması gerekti. Tutkum ve She’den gelen portatif masalar ve sandalyeler sayesinde konforumuz en üst seviyede olduğunu söylemeye gerek yok.
Ancak akşamın kapanış sahnesini kimseye bırakmaya niyetli değilim… Uzun zaman oluyor, denizde bu derece sakarlık seviyesine çıkmayalı ama, koltuk halatlarından tutuna tutuna tekneyi yakalamaya çalışırken, elimi attığım anda, bot altımdan kayıverdi! Anlatması çok zevkli tabi ama bir cebinde cep telefonu, bir diğerinde dijital makine olunca o kadar da keyifli değil. Ateş Ağabey’le hemen ilk tedaviye başladık. Önce pilleri-kartı çıkarttık, tatlı suya attık, hepsini yıkadık, kesinlikle hemen açmadık. 3 gün boyunca güneşin alnında kurudular. Telefondan yana korkum yok, kendisi gayet tecrübeli. Bu sanıyorum 5 ya da 6. Zaten çok eskimişti, harita masası altında nuhnebiden kalma eski telefona geçtim hemen. Ama dijital makine için (Canon G7) ve içindeki resimler için endişeliyim. Neyse resimleri kurtardık, karta kolay kolay bişey olmuyormuş. Ama makineye ne yapabileceğiz, zaman gösterecek, şimdilik serviste. Hayyam pasajındakiler pek de ümitli konuşmadılar ama. Şimdilik yoğun bakımda, bakalım zaman ne gösterecek…

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Orhaniye Martı Marina-Bencik



Sabah erken, Evren’in gelmesiyle uyandık. Zavallı çocuk, gecenin köründe, İzmir’den bindiği “kelle koltuk turizm” otobüsüyle, hiç uyumadan Marmaris’i zor etmiş.
Neyse… Geldi ya!
Hava oldukça sıcak olacağa benziyor. Haftasonuna doğru sıcakların daha da artacağına dair bir öngörü var. Bakalım.
Bu coğrafyada, Hisarönü körfezinin kuzey yakası ile güneyi arasında ciddi iklim farklılıkları oluyor. Körfezin batısı, Datça’ya doğru oldukça rüzgarlı. Meltem etkisini gösteriyor, batılı-kuzey batılı esmesi sebebiyle denizden gelen hava nispeten etrafı serinletiyor ve nemi azaltıyor. Koyun doğusuna gidildikçe rüzgar etkisini kaybediyor. Sıcaklar daha belirgin. Bencik ve Orhaniye gibi kuzey kıyıları oldukça ağaçlık, daha çok Gökova gibi bir bitki örtüsüne sahipken, güneye özellikle Bozburun ve Bozukkale’ye doğru inildikçe bitki örtüsü azalıyor ve Akdeniz hakimiyeti artıyor. Sanıyorum bu etki havanın daha da ısınmasına yol açıyor. Ömer “Paşa” malum, sabahları erken kalkıyor. Sıcaklar iyice bastırmadan onu alıp denize götürmeye karar verdik. Paşa’nın hazırlanması ritüeller silsilesinden oluşan tam bir seremoni! Puseti, simiti, havlusu, çantası, bezi-şusu busu derken, koca bir lojistik destek ünitesiyle yola koyulduk. Marina henüz uyanıyor, ellerinde diş fırçaları-havlularıyla marina duşu yolunda karşılaştığımız titiz Avrupalıların manidar bakışları altında, pontonlardan geçerek kumsala geldik.
Şapada şupada, diz boyu suda binbir maymunluklar yaparken, hepimizin gözü aynı anda sahilde ahtapot döven ahçı yamağına takıldı. Kocaman kovasından çıkarttığı ahtapotları birer birer döverken, bir yandan da bizi izliyordu. Meraklı bakışlarla yanına gittik. Paşa’nın denizlerin 8 kollu, bu en ilginç yaratıklarından biriyle ilk tanışması işte böyle oldu. Çocukcağız da kovasından çıkarttığı, daha henüz hazırladığı şıkır şıkır mezeliklerden birisini takdim etti! İlk ganimet ))
Bakalım seyahat bonkör başladı! Acaba nasıl devam edecek?
Çok eski dostumuz Marina Müşteri İlişkileri müdiresi Sevgili Serpil’in varlığından bağımsız olarak, Martı Marina bizim bu civarda en beğendiğimiz marinalardan. Harika bir coğrafyası var. Denize girmek için bir kumsalı ve yine ağaçların arasında hoş bir havuzu mevcut. Restoranı gayet başarılı ancak aynı oranda hesaplı olduğu söylenemez. Su, elektrik, mazot bulmak mümkün. Girişi işaretli, marina fiyatı Lotus için günlük 35 Euro.
Korsan ekibi, civar coğrafyaya dağılmış durumda. Elif adanın kuytusunda alargada, Kedi dış pontonda, HH ise hemen yan pontonda. She ve Tutkum ise henüz Bencik’te. Kahvaltıdan sonra seyre çıkmak istiyoruz.
Marina’dan son eksikleri tamamlamamız, parasını ödememiz şu bu derken saat neredeyse 11 oldu. Marina dışında bizi bekleyen She ile karşılaştık, hasret giderdik. Kedi ve Elif önde, yelken yapıyorlar. Serinlemek için Selimiye tarafındaki bir koya girdik, 10 metreye demirledik. Kedi ve Elif de üstümüze bordaladılar. HH henüz etrafta değil, Erhanlar arkadaşlarıyla beraber Orhaniye içinde, önünde iskelesi de olan bir restoran’da kalıyorlarmış. Çoluk çocuk olunca haliyle toparlanmalarının uzun sürdüğünü söyledi. Onları çok iyi anlıyorum ))
Deniz sefasından sonra her tekne kendi “eteğindeki taşları dökerek” ortaya karışık bir makarna, yaprak sarma, salata ve soğuk kırmızı şaraptan oluşan bir öğle yemeği gerçekleştirdik. Evren’in mutfak sanatları konusundaki ünü malum!
Bu arada HH de geldi, çoluk-çocuk cumburlop deniz sefası kendiliğinden uzadı, haliyle.
Hepsi üst üste bordalamış 4 teknenin, ayrılıp yola koyulması akşamüstünü buldu. Arkamızdan gelen sudaki sırtılar ile motor seyrinde, önce Robinson Otel’i sonra kardinali en son da Dişlice Adası’nı bordalıyoruz. Arkamızdan gelen başkaca motoryatlar ve yelkenliler de var. Çıkışa yakın bir koydan ayrılan yelkenlinin boşalttığı yere yönelip oldukça derine ve sahilden uzağa demiri funda ediyoruz. Manevrayı bu kadar erken ve biraz da aceleci yapma sebeblerimiz arasında sadece benim HopHop karakterim yok! Hemen dibimizde, benzer şekilde hazırlık yapan yatın ve mürettebatının da önüne geçmek de bir diğer etken. Suda 85 metre zincirin ucuna ekli en az 30-35 metre 3 kollunun, bir benzeri de sahile bağlı. Lotus zıpkın gibi yerine çakılmış vaziyette gece üstüne bağlanacak diğer tekneleri tutmaya hazır, mağrur, tek başına koyda bekliyor.
Teker teker diğer tekneler geldikten sonra, hemen dibimize gelip demir atan Fransızlar dahi keyfimizi kaçıramıyor. Çoluk çocuk herkes suda. Tabi sepet de…
Hidayet Kaptan sağolsun, Bozburun yapımı bu masterpiece’i bize hediye ederek büyük incelik göstermiş. Malum Bozburunlar bu konuda çok ünlü.
Ancak ilk deneme pek de beklenildiği verimlilikte değil. Bakacağız.
Kedi ve HH gece bizle kalmayacaklar, hava kararmadan dönmek istiyorlar.
Akşam yemeği yine ortak, yan masadan-ay pardon tekneden- köfte, közde patlıcan, çeşitli mezeler, rakı ve şarap sofranın olmazsa olmazları…
Uzun bir sohbetin ardından, Bencik’in dingin sessizliğinde yattık uyuduk.

21 Temmuz 2009 Salı

Martı Marina-Orhaniye






LOTUS ekibi, Firuz-Ömer Kırcal, Nalan, Ömer Deniz ve Ben.
Evren Çeşme’den ertesi sabah gelecek.
Fakat asıl ekip bundan çok daha kalabalık. Bu seyahatin planları çok önceden yapıldı. HOOPER HUMPERDİNK ile Arzu, Leyla ve Erhan Abay, arkadaşları Emrah ve ailesi; TUTKUM ile Semiha, Bora ve Metin Berkem; SHE ile Nilgün ve Turhan Akman; Marmaris’ten deniz yoluyla gelen ELİF ile Elif, Alev ve Serdar İyibudar ile seyahate son dakikada katılan Erol Ağabey (Şar) ve zaten uzun zamandır o coğrafyada olan tüm tanıdıklar, başta Ateş Ağabey, Serpil Çidanlı, Emel ve Ufuk Çakmak, Utku Uçan, Lodos kafenin sahibi Salih ve Ayça Korsan ile tabi ki Selimiye’nin vazgeçilmezleri, Ayşe-Çeto ile Emre Korsan…
Yani “dev” bir GK etkinliği…
Hüsam sevgili ve “kocaman” ailesiyle Cumartesi günü karadan katılacak.
Aslında yola çıkarken ufak süprizler hazırladık her birine ama, henüz hiçbirinin haberi yok! Şimdilik ))
Biz LOTUS ile yapacağımız seyahatleri şöyle planlıyoruz. Her sene başında olduğu, Haldun ile olası seyirleri yaz başında kararlaştırıyor, ucuz uçak biletlerinden yararlanıyoruz. Teknenin tam olarak nerede olduğunu gerçi önceden bilemiyoruz ama, neredeyse Fethiye ile Gökova arasında tüm güzergahlara arabayla Dalaman’dan ulaşıldığı için biz de bu havalimanına uçuşlar ayarlıyoruz. Son dakika değişiklikleri tabi hiçbir zaman göz ardı edilmemeli, çünkü “deniz hali” bu… Belli olmaz!
Velhasıl, Salı sabahı erkenden, 1964 model, kırmızı bir Mustang ile Etiler’den başlayan yolculuğumuz, Marmaris’te son buldu. Otogarda, sağolsun Ömer’ler bizi karşıladılar. Onlar Datça’ya, 3-4 gün önce arabayla gelmişlerdi. Marmaris’te buluşup, hasret gidermemizi sıcaktan dolayı kısa kesip, hemen yola koyulduk. Daha yapılacak çok iş var…
İlk durak Marmaris Tansaş, tekne alışverişini buradan yapıp, eşyalarla beraber Orhaniye‘ye taşıyacağız, nasılsa arabamız oldukça büyük ))
İki tane hediyemiz var: Ateş Ağabey’e ne alalım diye çok düşündük. Sonunda, biraz da manidar olmakla beraber bir zeytin fidesi bulmaya karar verdik, yanlış anlaşılmasın, Ateş Ağabey’le aramızda hiçbir husumet yok… Zaten böyle bir adamla arasında husumet olanın aklına şaşarım o da ayrı konu...Haldun, yanındaki kuzeni Kadir, Serap, Nilay ve arkadaşı ile Hisarönü civarında turluyorlar, o gün içinde Martı Marinaya giriş yapıp bağlanacaklar. Yoldaki ıvır zıvırla uğraşınca marinaya girmemiz, akşamüstünü buldu. LOTUS henüz gelmemiş olduğu için, o kadar kişi, hepimiz, KEDİ’nin misafir kontenjanından marinaya duhul ettik. Haber çabuk yayılmış, üstünde dağcı kemerleri ve tırmanış takımlarıyla beraber bizi Ateş Ağabey karşıladı. Malum, kişilik itibarıyla her konuda “tedbirlidir”, ama tekne parkının dümdüz zemininde bize doğru, güvenlik ekipmanlarıyla koşarken görünce içim bir tuhaf oldu doğrusu!Seyahatin en “varlıklı” kişiliği, Ömer Paşa, kendisini hatırlatınca doğru Marina Restaurant’a yayıldık… ve birer-ikişer kalabalıklaştık.Havuzdan çıkarken toplam sayımız, 20’leri bulmuştu bile!
LOTUS, Nora pontonunda. HH de, bizim yanımıza geldi. SHE ve TUTKUM henüz Bencik’te. Onlar ertesi gün katılacaklar. Serdarlar koyun içinde, adanın kuytusunda demirdeler, onlarla da temas halindeyiz. Toparlanıp geleceklerini belirttiler. Bu arada eski dostlardan Nomad’ın kaptanı Levent ile de ayaküstü bir sohbet ettik, marinanın bu en büyük teknesinin gerçekten ilginç bir hikayesi var. Norveç’te açıkdeniz araştırma gemisi olarak inşa edilen bu devasa kırmızı “kayık”, nasıl olur da bir lüks yat için bir “bystander” olur? Bu sorunun cevabını belki de en iyisi Levent’in kendi ağzından aktarmak lazım…Haldunları yolcu ettikten sonra tekneye yerleştik, baş kamaranın yatağında beni küçük bir sürpriz bekliyordu: Bir açık deniz offshore ceket ve tulumu! En afilisinden. Tekne ortağım bu sene de beni ihmal etmemiş, paraya kıymış anlaşılan!Her seferinde olduğu gibi o kadar eşyanın nasıl olup da 32 feet tekneye bu kadar kolaylıkla sığdığını şaşırarak gözlemledim. Sonunda netayız!
Bu arada birer ikişer diğer korsanlar da geldiler, akşamki seremoninin detaylarını konuşuyoruz. Esas oğlan şimdilik yok!
Amaç belli: GK Komodoru Turhan Ağabeyin de önerisiyle Bozburun ve Selimiye’yi birer korsan kalesi ve mabedi olarak ilan etmek. Bunun gibi 3 farklı yeri daha (şimdilik) seçip onlara da birer korsan sancağı yollanmasını kararlaştırılmıştık. Bunun için bir akşam yemeği yapacağız, en uygun yer tabi ki de Bozburun. Ama tekneyle oraya gitmemiz mümkün değil. Ateş Ağabey motoruyla önden gitti bile. Lodos Kafede gerekli hazırlıkları yapıyor, Salih Korsan da sağolsun kırmadı, akşamın o saatinden sonra o kadar korsanı ağırlamayı kabul etti. Biz Ömerler ve Serdarlarla beraber toplam 9 kişiyiz, yazıyla dokuz! Dolayısıyla Ömer’in arabasına sığacağız mecbur. Erhan’lar kendi arabalarıyla geliyorlar… Sorun olmadı, geç de olsa bir şekilde Bozburun’a, korsanların müstakbel kalesine hasıl olduk.Upuzun bir masaya yan yana dizilip, çocukları da uyuttuktan sonra, Salih ve Ayça Korsan’ın ellerinden, harika hazırlanmış karides soslu, mezgitleri ve bilumum mezelerin gereğini usulunce yerine getirdikten sonra, Bozburun’u bir korsan kalesi olduğunun göstergesi olan büyük boy sancağı Ateş Korsan’a törenle teslim ettik. Hayırlı uğurlu olsun.
Gece geç saatlere kadar neşeyle ve özlemle sohbetin sonunu getiremedik… Konular birbirini kovaladı. Geri kalanları sonraki günlere bırakmak lazım, sanırım, çünki çok geç oldu!Yine arabalarımızla aynı yoldan dönerek, Martı Marina’ya geldik. Yattık uyuduk.

3 Temmuz 2009 Cuma

Lotus Kullanma Kılavuzu

Bizim kız, malum, birden fazla ekip tarafından kullanılıyor, aşağıya indiriliyor-yukarı çıkartılıyor! Dolayısıyla bazen, tamamen olmasa bile yabancı ekipler de, belli oranda huyunu-suyunu bilmedikleri tekneye binip, onu götürmek-getirmek durumunda kalıyorlar. İşleri kolaylaştırsın ve cep telefonu trafiğini azaltsın diye bir kullanma kılavuzu ve yerleşim planı yapılması gündeme geldi.... ve yaptık!
Aşağıda sunduk:



"LOTUS’ta sadece 4 şey yasak!
1-Denize düşmek…

2-Kabuklu yemiş yemek…

3-Tuvalete bilinmeyen bir cisim atmak!…

ve 4- tuvalete ayakta işemek “kesinlikle” yasaktır )))

Bir de yeni vernik işinde bu kadar uğraştıktan sonra, makosen veya topuklu ayakkabıyla içeri girmeyi ekledik listeye... En azından şimdilik YASAK! ))
Tekneyi açıp içine girince ilk yapılacaklar:

1-Genel kontrol
Teknenin içinde göze çarpan herhangi bişey? Koku vs.. Sintinede su var mı?
Tuvaletteki vanaları, klozeti kontrol et. Kaçak bişey var mı?
Elektrik tesisatına bak. Akülere bak. İki grup var, ilki harita masası altında, diğeri sancaktaki oturma grubunun altında. Renkleri yeşil olmalı, voltmetreye çok güvenme. Kırmızı ya da siyahsa, azalmış demek. Seyre çıkmadan ya motorla, ya redresörle şarj et.

Elektrik paneline geç, her üniteyi (sintine, hidrofor, radyo, buzdolbı) aç, çalışıp çalışmadıklarını kontrol et. Navigasyon (derinlik ve hız göstergesi elektriğe yani iç aydınlatmaya bağlı, otopilot hidrofora)
Motor bölümünü aç. Altında su var mı? Yağ kaçağı? Yağına ve suyuna bak. Her şey yolundaysa, kullanmayacak dahi olsan motoru çalıştır.
Buzdolabını genelde kapatıp, kapağını açık bırakıyoruz. İçine bak, gerekirse temizle, kapağını kapat elektrik durumun müsaitse çalıştır.
Teknede bir önceki seferden kalmış, bilinen bir hasar tamir bişey var mı? Yelken tamirde olabilir, botu bırakmış olabiliriz, çamaşırlar çamaşırhane ya da marinada bırakılmış olabilir, İstanbul ya da başka bir yerden bir parça taşınıyor olabilir. Bunları çıkmadan kontrol et.

Su tankı (iskele taraftaki koltuğun altında) dolu mu? Boşsa doldur. Taşana kadar doldurunca, içinde çok fazla basınç oluşuyor, koltuk tabanındaki tahta havalanıyor, biraz boşalt ya da kontrol ederek doldur.
Gece seyri yapılacaksa, atnalı (7) yüzer fenerini, el fenerini (kendinden manuel olarak şarj oluyor-siyah olan, 10 metreye kadar su geçirmez bir de üzerinde beyaz haç olan kırmızı renkli var) diğer ışıklarının şarjı var mı önceden kontrol et

2-Ne nerede? Denizde Çarpışmayı Önleme Tüzüğü-Kitaplıkta. Mavi renkli, ince kitap (IV) Rod Heikell (Türkiye ve Kıbrıs ile Yunanistan Pilot kitapları), logbook, diğer rehber kitaplar kitaplıkta (IV) Paraşüt fişeği, duman işareti, ve el maytabı kitaplığın önündeki boşlukta. Çan ve ecza çantası (kırmızı renkli deri çanta) da burada (IV) Bosa kancası, ucunda radansa, kilidi ve esnek lastiğe monte ipi ve ayrıca ırgat kolu ile beraber zincirlikte (1). Can yelekleri tavanda değil )) Ön kamara yatağın altında (I) Uyku tulumları, battaniyeler ön kamara sancak dolapta (III), ırgat rölesi, oltalar, rüzgar tüneli (sıcak havalarda pencere ağızlarına asılan, havalandırmaya ve tekne içine rüzgar yönlendirmesini sağlayan kumaş manika) ön kamara yan taraf sağ ve sol tarafta (Ia) Mekanik takımlar; matkap, 12 volt matkap, lokma takımı, tornavidalar, civatalar-vidalar solda oturma grubu (arkadaki) arkalığında (XX) Elektrik kabloları, yedek (uzun-yaklaşık 30 metre, diğerinin ucuna eklenebilecek gibi) sahil kablosu, şarj cihazları, solda oturma grubu (öndeki) arkalığında (XXII) Bayraklar (Yunan bayrağı ve işaret flamaları dahil), yelken tamir kiti, ince ipler ve gırcalalar, otomatik şişen can yeleği ve emniyet kemeri, botun pompası ve uçları sağda oturma grubu arkalığında. (V) Su deposu iskele oturma grubu altında (XXI) Otopilot, kitaplığın arkasında, duvara asılı kakıcın altında (IV) Yelken eldivenleri, ahşaptan konik kesilmiş vana tapaları, sis borusu, pusula ve gösterge plastik kapakları telsizin altındaki gözde. (XI) Çizmeler, bazı ayakkabılar, porsun oturağı, spinaker, redressör ve fırtına floğu sancak oturma grubu altında (VIII) Diğer spinaker, kıç kamara yatağın altında (XV) Yün eldivenler, kasketler ve bereler kitaplığın yanındaki kapaklı dolapta GPS, docktape, Nokia şarjı, dolap kilitleri, el feneri kendinden şarjlı (2 adet), kalem pilli gemici feneri (yeşil), bazı müzik CD’leri telsizin üstündeki rafta(IX) Both şalter, invertör, ırgat sigortası, sahilden gelen 220 sigorta harita masası altında. Çakılar, saç bantları ve kafa lambası harita masası üstündeki masa aydınlatmasında asılı. Temizlik malzemeleri (bulaşık deterjanı, çamaşır suyu, ciff, ahşap temizleyici, kaol, yağ sökücüler); WD40 muadili, pas sökücü, elektrik kontak sprey, plastik kaplayıcı sprey, yapıştırıcılar, vinç gresi, epoksi-sunfix, kandil yağı harita masası altındaki yan dolapta (Xa). Tavalar, konserveler, reçel kavanozları, çöp poşetleri evyenin altındaki yan dolapta (Xb). Hortum kafası, vidası, yedek ampuller, yedek sigortalar, haritalar, pergel, cetvel, kalemler, tekne evrağı, manueller ve bazı bantlar (teflon, bez bant, elektrik bandı) harita masası içinde (X) Pis su tankı pompası, bazı boyalar, zımparalar, akrilik yapıştırıcı, spatül-kürek, epoks macun, selülozik tiner tuvaletin arkasında fermuarlı bölümde. (XIV) Balta kıç kamara dolabı alt gözünde (XVIa) Plastik süzgeç, küçük tencere fırının içinde. Bardaklar, mutfakta fırının üstünde bez bir torbada asılı, tabak-çanak ve çatal, bıçak, kaşık fırının arkasındaki gözde. Fırına gelen gaz, altında küçük bir vana ile de kontrol ediliyor. El incesi, dürbün kapı girişinde asılı. Usturmaçalar, 2 adet büyük 2 adet küçük mazot bidonu, mazot hunisi, hortum, uzun fırçalar (sert ve yumuşak), leğen ve bazı kovalar kıç ambarda. (2) Mekanik takımlar, alet çantası, yedek çapa-zinciri, demir halatı (siyah 14’lük-polyester batar), kıç koltuk halatı (12’lik petrol mavisi- poliproplen yüzer), yaylar, koltuk halatları (beyaz), çeşitli halatlar, paletler, maske ve şnorkel, dolu ve boş tüpler kokpitteki sancak ambarda (5). Yangın söndürücülerin biri kıç kamarada, diğeri kokpitin arkasındaki boşlukta, sancak tarafta (3a). Bunun hemen karşısında üstünde vanası ve detantörüyle piknik tüpü var.

2-Seyir Hazırlıkları Teknede genelde, baharat, tuz, bilumum konserveler, pirinç, makarna mevcut. Aç kalmak oldukça zor))
Mazota ve suya bak. Mutlaka meteoroloji desteği ve seyir öncesi kontrolü çok yararlı.
Seyir planı, vardiyalar, görev dağılımının önceden yapılmasında büyük yarar var.
Uzun seyirlerde usturmaçaları toplayıp iskele kıç altı ambara atıyoruz.
Botu, deniz durumu çok ağır değilse arkadan çekerek taşıyoruz, kürekleri bağlı olmasına dikkat et. Limanda uzun bekleyeceği zamanlarda, ya da sert denizlerde uzun geçişlerde ön güverteye ters kapak ediyoruz. Bu şekilde taşımanın önemli dezavantajı zincirlik açılmıyor, ve genova iskotaları çapariz verebiliyor.
Pasarellayı nereye gidersek gidelim mutlaka yanımıza alıyoruz, sancak puntellere bağlıyoruz. Yelken de olsa, motor da olsa, seyre çıkmadan içersini güzelce neta etmeyi unutmamak lazım.

3-Seyirde: Tekne yol yaparken, kokpit arkasında, oturağın altındaki göze su doluyor, kendiliğinden tahliye oluyor. Endişe etmemek lazım!
Uzun yelken geçişlerinde buzdolabını 4-6 saatlik peryotlarla kapatıyoruz. Buzdolabının dolu olması uzun süre soğukluğu koruması için avantaj. Kalıp buz bulunabilirse, bu süreyi daha da uzatmak mümkün. Alışveriş yaparken, içeceklerin soğuk olarak alınması bu açıdan çok yararlı. Seyirlerde oltayı sancak kıç omuzlukta (4) taşıyabiliriz ama limanlarda marinalarda hele de tekneyi terk ediyorsak mutlaka içeri koyuyoruz.
Navigasyon iç aydınlatmaya bağlı. Otopilot, kokpit içinde fiş-prizine takılıyor, elektriğini hidrofordan alıyor. Yelken yaparken, özellikle dar açı seyirlerde, teknenin bayılması söz konusuysa, tuvalet vanalarını kapatmak lazım. Ağır deniz koşullarında heçleri kapamak, sprey hoodu açmak, gerekirse kapıyı kapamak yararlı olur. Gece vardiyalarında özellikle dalgalı denizde ve yalnız nöbet tutuluyor ise, güverteye emniyet kemersiz ve can yeleksiz çıkılmamalı. Tatlı su kapasitesi 150 litre, -denizden gelen suyun temiz olduğu, liman dışı-açık deniz veya temiz koylarda iken-bulaşıkları genelde deniz suyu pompasıyla (mutfakta evyenin hemen altında, ayakla basarak çalışan) yıkıyoruz.
Banyodaki tatlısu musluğu daha dışarda olan, aç-kapatarak çalışıyor. İç taraftaki musluk hep açık, ayak pompasıyla denizden su çekebilmek mümkün.
Ocak yakarken, düğmeye basarak çakmakla yakılıyor, alev aldıktan sonra, ısınana kadar beklemek, hemen bırakmamak lazım; sönüyor.
Seyir esnasında ocak üstünde bulunan ya da pişirilen-ısıtılan herşey (çaydanlık, tencere), vidalı kollar ile sabitlenmeli
4-Dönüşte-Tekneyi Terk Ederken. Limana girmeden pis su tankını ve sintineyi açıkta boşalt. Buzdolabının içinde bozulacak şeyleri atıp (yumurta, peynir vs), kapağını açık bırakıyoruz. Çöpleri atıyoruz, evyede ya da tekne içinde bulaşık bırakmıyoruz. Yağmur yağmayacaksa, ön kamara üstü ve salon üstü heçleri kapatıp (, banyo ve kıç kamaradaki toplam 3 küçük heçi açık bırakıyoruz. Demirdeysek, zincire bosa vurup, ırgatın sigortasını kapatıyoruz. Sıkışık plan yerleşildiyse usturmaçaları koyuyoruz. Kıçtan kara, karaya yakınsak kıça usturmaça koyuyoruz. Ana yelkenin örtüsünü örtüyor, genova iyi sarılmış mı, roller halatı güzelce voltalanmış mı? Kontrol ediyoruz. Oltayı içeri alıyoruz. Limandaysak ve tekne 3 günden fazla duracaksa, botu ön güverteye alıyor ve bağlıyoruz. Pasarellayı tekneye alıp, bağlıyoruz. Kokpit dolaplarını kilitliyoruz. At nalı simidi ve fenerini içeri alıyoruz. Dışarıda herhangi bir malzeme bırakmıyoruz. Both şalteri off konuma getirip tekne içinde elektrik kullanacak (buzdolabı, sintine, elektrik, radyo, seyir ve demir fenerleri) her şeyi kapatıyoruz. Kapıyı kilitleyip anahtarı aksi söz konusu değilse, daha önceden konuşulmuş birisine ya da marina ofisine veriyoruz.
Özetle tekneyi bulduğumuz gibi bırakıyoruz )))

SELAMETLE..."