14 Haziran 2009 Pazar

Karacasöğüt


Gulet Kaptanının hediyesi litrelik Smirnoff ganimetimizle beraber, koydan çıkıp hemen doğusundaki koy olan Karacasöğüt'e girdik. Rüzgar oldukça hafif. Yelkenle girme fikrinden hemen vazgeçtik...

Karacasöğüt bizim geçmişimizde önemli anlara imza attığı için olsa gerek, hep duygusal olarak etkilendiğimiz bir yer olarak hafızalarımıza kazındı. Düşünüyorum da herhangi bir koyun ya da bir adanın ya da bir limanın bizde çok özel bir duygulanım yaratmasının sebebini sorguladım, kendi kendime. Acaba neden bazı yerleri çok beğeniyor, ona çok benzeyenlerde aynı beğeniye ulaşamıyoruz? Bu duygulanımda tek sorumlu acaba koy ya da ya ada her neyse o mu? Mevsim mi? Ya da algımızı değiştiren başka faktörler var mı diye düşünürüm hep! Galiba herkes için geçerli olan "in ve "out" yerler listesi var, ve bu kesinlikle bilimsel kriterlerden bağımsız olarak değerlendiriliyor. Yani tamamen duygusal olarak yorumlanıyor. Dolayısıyla tartışmaya çok açık bir konu, ben şahsen çözemedim...

Bildiğim şu, Karacasöğüt beni hep etkiledi... ve sanırım da hep etkileyecek.

Bunda önemli sebeplerden bir tanesi ama, bunu itiraf etmem lazım, sadece koyun kendisi ya da doğası değil, hasbelkader oraya yerleşmiş-hatta bunun müsebbibi olduğumu sandığım-dostlar. Sanki aileme kavuşuyormuşum gibi bir duygu sarıyor beni, Tuzla Burnu'nu bordaladıktan sonra! Sanki Lotus artık evinin arka bahçesinde... O kadar rahatım, o kadar rahat!

Nitekim Belediye iskelesine doğru yöneldiğimizde teknelerinden çıkan, bizi bekleyen, yolumuzu gözleyen dostlar sardı etrafımızı... Palamarımızı alanlar, "hoşgeldiniz" diyenler, hepsinin yüzünde gepgeniş bir gülümseme... Sanki hiç ayrılmamış gibiyiz. Aslında tersine koca bir kış devirdik arada, ve her sene yaptığımızdan farklı, malum sebeplerden dolayı gidemedik tüm kış boyunca. Halbuki ne de güzel olur kışları Karaca, sadece Karaca mı? Hepsi, tüm Gökova muhteşem olur. Eylül ortası gibi el ayak çekilir ve tekneler azalır... Gelen giden de... Sadece yerlileri ve bir de sevenleri kalır! Sonra Sarıyaz başlar... Ah o ne doyumsuz bir andır Güney Ege'de! Sonra güya kış başlar. En tehlikelisi budur bence. Kış vakti, yağmur-çamurda Istanbul'dan çıkıp da güneye gidenlerdeki duygulanımı bence ölçmenin tek bir yolu var: Buradan oraya göçenlerin tamama yakını kışın gördüğü için gitmiştir oraya kesin. Bunun bir istatistiğini çıkartmadım ama bence kesin öyle...

Girişte sağda (yani Batıda) Gökova Sailing Club'un doğayı hiç bozmadan inşa edilmiş küçük mütevazı binaları ve iskelesi vardır. Arada kendileri kıçtan kara olmuş tekneler, sonrasında upuzun Belediye iskelesi vardır. Daha da Doğu'da Martı Marinanın kışları tamamen kapanan-sadece yazları açık iskelesi ve restaurantı yer alır, bu gittiğimizde el değiştirdiğini öğrendik. Marmaris'e dolmuş vardır, özellikle mevsiminde. Kışın bunlar iyice azalır ama zaten şehre 20 km kadar olduğu için çok sorun olmaz. Sahildeki bakkal-marketlerden öte beri almak gayet mümkündür. İskeleye kıçtankara olduk, dibi iyi demir tutar. Elektirk, su bulmak mümkündür, Belediyeye makbuz kesilir, 20 TL geceliği. Çoğunluğu yaz kış kaldığından tonozların sahibi olup olmadığını sormak lazımdır. Zaten iskele sorumlusu Bayram olmasa bile komşular uyarır dışardan gelenleri. İskelenin Batı tarafına doğru "komün" yaşantı ağırlığını iyice hissettirir zaten. Bilenler oraya "ChinaTown" der... Müdavimleri eksik olmaz, kıskandırıcı bir dayanışma, hangi ulustan olursa olsun içine alıp, nereden gelirse gelsin sorgulamadan kabul eder bir yapıdadır yaşantı! Ciddi, irdelenmesi gereken sosyolojik bir olaydır bence... Ayrı konu!
Bizi de aldılar içlerine, "tüm gün sizi bekledik, neredeydiniz?" diye neredeyse azarlar tonda sordular. Deniz hali bu bumba koptu, balık kaçtı falan diye geçiştirdik ama utandık da bir yandan... Tekneye davetler hoşbeşten ve acil ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra, tahta iskeleye kurdukları upuzun sofra ve hemen yanıbaşındaki mangal sefasına sanki onur konuğuymuş gibi davet edildik.

Bol bol içildi... Çokça konuşuldu... Bir müşterekte anlaşıldı... Denizin ve denizciliğin bu ortak lisanına olan hayranlığım, galiba hiç bitmeyecek. Gecenin çok ilerlememiş bir saatinde, başımızdan geçenleri anlattık. Teknik bir konuydu, ne düşünürsünüz dedik... Çok mütevazi bir tonda, ellerinden gelen herşeyi yapacaklarını söyledi ayrı ayrı herkes... ve nitekim de yaptılar!Uzun bir sohbet, bol içki, bol kahkaha, bol anı ile çok mutlu geldiğimiz iskelenin (ki dönüşte bana göre ciddi sallanıyordu, şahsi fikrim Belediye'nin kesin çivi yoklaması yapması lazım!) en ucundaki teknemize düşmeden-kalkmadan sağ salim hasıl olduk! Yatmamızla uyumamız bir oldu ))

Amazon-Karacasöğüt

Amazon-İngiliz Limanı-Karacasöğüt
Ertesi gün, yine güzel bir Gökova sabahına uyandık. Bir önceki gün üfüren meltem gitmiş, yerine ılık ılık ve tatlı tatlı, insanın tenini okşayan serin bir esinti kalmıştı. Güvertede yattığım için, alışkanlık, hemen doğrulup etrafı bir kolaçan ettim. Alman ekip beklendiği üzere bizden önce kalkmış bir takım aktivitelere girişmişti bile. El sallayıp, selamlaştık. Sahildeki şezlonglar da bu arada birer ikişer parsellenip, su başında geçirilecek güne hazırlıklar yapılıyordu.Tekneyi toplayıp, kahvaltı hazırladık. Sağolsun Ankaralı Kaptanlar, özellikle Raşit, yeme-içme konusunda oldukça ileri bilgi birikim ve deneyimine sahipler, yemekten yana hiç sıkıntımız olmadı. Bu sabah için menüde, sucuklu yumurta, peynir-zeytin, tavada hellim ve bol söğüş domates-salatalık var! Mükellef...
Çöpümüz oldukça fazla ve botumuz olmadığı için teknede biriktiriyoruz mecburen ve eğer bir gün daha bu tempoda devam edersek, koku dayanılmaz bir hal alacak. Karaya çıkıp, çöpleri atacak bir rıhtım ya da iskele o civarda bilmiyorum. Yediadalar kuzey koyunda yıllar önce turmepanın bir servisi vardı ama hala devam ediyor mu emin değilim. Küçük migros poşetlerini birer ikişer büyük battal boy olanların içine koyup, ağızlarını sıkıca bağlayıp, sahile mümkün olduğu kadar yanaşıp yüzerek karaya çıkartma fikri kabul gördü... ve yaptık... ve oldu )))
Çok da geç kalmadan koydan çıkıp önce kuzeye sonra doğuya dönüp o akşamüstü Karacasöğüt'te olmayı hedefliyoruz. Bördübet Körfezinden çıkarken, Mersincik Burnunun hemen güneyindeki döküntülere dikkat ederek, açıktan geçerek koyları tarayarak kuzeye doğru çıkıyoruz. Rüzgar, öğle öncesi henüz sertleşmiş değil. Yol boyu çektiğimiz ağır takımı çıkartıp bu sular için daha uygun olan bir başka düzenek taktım. Uygun kamışı içerden çıkartmaya üşendim, netekim... Gelmesiyle oltayı koparması bir oldu! Bu "kaçan" balıkların büyük mü küçük mü olduğunu kim görmüş de söylemiş! Bir yandan da onu düşünüyorum... Neyse gün Poseidon'a bir rapala hediyesiyle başladı... Bakalım listede daha neler var?
Kardinalleri kollayarak ve Mersincik burnunu açıktan dönerek Yedi Adalara doğru rota tuttuk. En güneydeki koya 5 metreye demir atarak, kıçtan upuzun koltuk almış bir guletin yanında durduk. Kısa bir deniz molası ve hızlı bir öğle yemeği sonrasında rüzgarın da hızlanmasını fırsat bilerek yukarı doğru tırmanışımıza devam etme kararı aldık. Her iki yelkene de birinci düzeyde camadan, sert rüzgar ama henüz kabarmamış denizde orsa seyrindeyken, içerdeki tangırtıdan bişeylerin ters gittiğini hemen anladım. Ama küçücük bir ihmalin bu kadar büyük bir tahribata sebep olabileceğini hiç düşünmemiştim doğrusu! Ahşap kaplamaları temizlemek için bir gün önce çıkarttığımız ve kullandığımız deterjanın kapağı demek ki iyi kapanmamış ki devrildiğinde 1 litre koyu kıvamlı deterjan tüm harita masasının içine akmış. Sahne korkunç ötesi! Tüm evraklar, haritalar şu bu hepsi orada saklı, üstelik teknede ahşap temizleyicisine de hiç ihtiyacı olmayan bir lokalizasyon!! Daha önce de benzer bişey başımıza gelmişti ama ihmal işte, teknede yeri yok! Bu tarz deterjanlar acayip, köpürüyorlar, temizlenmeleri için ciddi miktarda suya ihtiyaç duyuyorlar ve demirdeyken bile zahmetli olan iş, hele de yan yatmış, fındık kabuğu gibi sallanan bir yelkenlide en sevimsiz ameliyeler listesinin başına yerleşebiliyor!
Neyse bir şekilde halletttik. Bu arada Tuzla Burnuna kadar yükselmiş olduğumuzdan Gökova Körfezinin Doğusuna doğru rota tutma için kavança attık. Rüzgar tam iğnecikten geliyor, biraz da hafifledi, 1 saatten fazla yolumuz var. Genovaya ayı bacağı yapmak için başüstüne gittiğimde, bumba bağlantısını taşıyan direkteki 4 perçinin yerinden çıkmak üzere olduğunu gördüm. "Dikkaat" falan dememe kalmadan, bumba olduğu yerden kurtuldu ve direk tarafı serbest kaldı. Bereket kimseye bişey olmadı! Hemen anayelkeni indirdik, motor çalıştırıldı. Lotus'ta bu bağlantı şimdiye kadar toplamda 4 kez falan kırıldı! Artık "yalama" oldu diyebiliriz. Her seferinde farklı bir yerden kırılıyor, bağlantıyı söküp Istanbul'da atölyeye getiriyoruz, sağolsun ERTA'dan ustalar eskisinden sağlam yapıyorlar. Getirip takıyoruz, bu sefer orası değil bir yanı kırılıyor!! Hay bin acılı köfte!!
Direkteki perçinler ise başlı başına bir dert, bunlar 6.4'lük çelik perçin. Her yerde bulunmuyor, neyseki yedekte var ama normal perçin makinası ile sıkılmıyor. Büyük kollu, iki elle sıkılan bişey lazım. Bu aletin fiyatı da bayağı fazla. Her seferinde de bir şekilde hallettiğimiz için, paraya kıyıp satın almaya bir türlü elim varmıyor. Istanbul'da sorun değil de, Gökova'nın ortasında bu aleti nereden bulurum, nasıl temin ederim? İçim daraldı...
Neyse burada seyir halinde yapılacak iş değil, hele bir Karacasöğüt'e girelim de... Yolda o bu şu derken, stresi bir şekilde atmak için Değirmen Büküne girelim dedik. Girişte sağda Hırsız Koyu, sonra İngiliz Limanı etrafı seyrede seyrede giderken birden koyun dibinde, demirde yatan tanıdık bir sima gördüm: ARI!
Hemen üstüne dümen kırdık, yanaşıp selam ettik! İçerden bir kafa: Ahmet Özdiktaş, tüm yüzüne yayılan o gepgeniş gülümsemesiyle belirdi...
-ooooo... Çocuklar hoşgeldiniz bu ne güzel süpriz? -)))
Hemen rüzgaraltına bordaladık, sağdan soldan aldığı bir dolu halatlar, açmazlar ile Arı, sanki önümüzdeki 20 yılı orada geçirecekmiş gibi bağlanmış zaten. Bizzim de bir demir atmamıza hiç gerek yok, sert rüzgara rağmen ite kaka yanaştık. Sağolsun bizi teknelerine davet ettiler. Beraber seyir yaptıkları eski arkadaşlarıyla tanıştık, buzlu rakılar kondu, mekanik sorunlar konuşulmaya, çözümler tartışılmaya başlandı! Eski günler yad edildi... Çok da vaktimiz yok, akşam bizi Karacasöğüt'de sofraya bekliyorlar diye izin istedik kalktık. Buraya kadar gelmişken, Okluk Koyuna uğramadan dönmek olmaz. Denizkızını seyrederek, meşhur çam ağacına bağlı meşhur tekneyi ve meşhur sahibini gıyabında selamladık ve görevimizi tamamlamış olmanın getirdiği huzurla Karacasöğüt'e yollandık. Hala üstümüzdeki stresi denize boşaltmış değiliz, uygun bir koyda durmak istiyoruz, baka baka yol yapıyoruz. Karacasöğüt ile Okluk arası bilenler bilir, motorla 40 dklık falan bir yoldur. Arada, Değirmenbükünden sonra 2-3 tane koy ancak vardır. Bir tanesi (36º 56' 50" - 28º 10' 26") yakın zamana kadar, bir balık çiftliğinin işgalindeydi. Geçen sene sonunda oluşan kamuoyu baskısı sebebiyle güney sahillerindeki bir kısım çiftlik kaldırıldı ya da daha uygun koylara transfer edildi. Dolayısıyla bu çiftliğin olduğu cennet koy da bu sayede tekrar eski günlerine kavuştu. Bunun ne kadar isabetli bir karar olduğunu o koya gidip suyuna girmeyen kimse bilemez! Balık çiftliklerine karşı değilim, yanlış anlaşılmasın. Mutlaka ülkemiz için önemli bir endüstri, büyük bir gelir kaynağı ama ne pahasına? Bu soruya iyi cevap verilmesi gerekiyor bence...
Koy içinde çiftliğin varlığına ipucu sayılabilecek sadece birkaç şey var. Bir tanesi sahildeki koca metruk baraka... Herşeyi söken, koydan çıkartan zihniyet neden bu izbe lehundayı burada tutar anlamak mümkün değil. Neyse, rağmen güzel koyun tam ortasına demirledikten sonra, dingin sulara kendimizi bıraktık. Harika bir doğa parçası... ve anın tadını çıkartırken, açık denizden içeri doğru dümen kıran bir büyük guletle resim tamamlandı. O saatte buraya girdiğine göre muhtemel gece kalmak istiyordu, uzaktan el edip selam verdik. Selamımızı görmedi ben de üstünde durmadım, içeri girdim. Dışarda konuşmalar gelince tekrar çıktım, Kaptan haliyle kendine güvenli bir yer arıyor ama bizim demir koyun ortasındayken geometrik açıdan bunu yapabilmesi pek mümkün değil. "Sorun değil, biz gece kalmayacağız, çıkarız" deyip demiri çekmeye başladık. Herkes sudan çıktı, tekneye binip koydan çıkarken, zodyak arkamızdan yetişti ve kaptanın hediyesi olarak bir büyük Smirnoff'umuz oldu! Onca beladan sonra sonunda şansımız dönüyor artık galiba... )))