23 Temmuz 2009 Perşembe

Bencik-Kameriye ve Kocaada

Yine güzel bir Akdeniz sabahına uyandık. Paşa haliyle bu hususta başı çekiyor. O uyanınca da herkes kalkınıyor malum. Bu coğrafyada uyanmanın en iyi tarafı, kalkar kalkmaz kendini suya bırakmak. Bu sadece serinlik vermiyor adama, bir önceki geceden “kalmanın” tüm kötü etkilerini de alıp götürüyor bir yandan. Dün akşam biz yanaştıktan sonra, üstümüze demir attığını düşündüğümüz Fransız teknesinin sorunsuzca demir alıp çıktığını görmek doğrusu içimi rahatlattı. Yoksa o kadar derindeki demiri ve upuzun döşenmiş zinciri nasıl alırdık bilemiyorum. Koyun içinde yankılanan “pata pata” seslerine eşlik eden ıslık ve bağrış-çağrışla dışarı çıktığımda, bizimkilerin teknenin başüstünde, ağdan dönen bir balıkçıyı tekneye çağırdıklarını gördüm. Anlaşılan deniz o gün çok bereketli değildi ki bize sadece 6-8 tane uskumru ve birkaç kupez vardı. Gerçi güzel barbunlar da vardı ama kızartma işine girmemeye karar verdik.
Akşamki ana yemek belli olduğuna göre, iş starter olarak vazgeçilemez çorbanın nevalesini bulmaya kaldı! Eh onun için de balıkçıdan medet umacak değiliz ya? Hemen oltalar düzenlendi, kupezlerden biri uzunlamasına ince şeritlerle hazırlanarak yem yapıldı. 8-10 kişilik çorba için yeter miktarda hani ve ispariyi de tekneye aldıktan sonra artık içimiz rahat. “Bu akşam artık aç değiliz, çocuklar…”
Bu arada Evren her zamanki yaratıcılığını konuşturup, krallara layık bir kahvaltı sofrası hazırlamış bile. Sucuklu mucuklu, ve içinde ne olduğunu çok merak ettiğim ama belli sebeplerden sormaya korktuğum bir dolu nevale bulunan bir omleti lüplettik.
Serdarlar, Alev’in sırt ağrılarının şiddetlenmesi sebebiyle, seyahatlerini kısa kesip dönmeye karar verdiler. Üzüldük ve meraklandık. Tekneyi Yalancı Boğaz’a yetiştirip, arabayla, kara yoluyla İstanbul’a dönecekler. Uzun yol! Ancak ertesi gün İstanbul’a vardıklarında ve doktor randevusundan sonra her şeyin yolunda olduğunu öğrenecek, içimizi rahatlatacaktık.
Serdarlarla ayrıldıktan sonra, suya bıraktığımız sepeti de unutmadan, upuzun serdiğimiz zincirimizi yavaş yavaş topladık, demir bir önceki gece, üstüne bağlanmış 4 teknenin ağırlığıyla iyice gömülmüş, zor aldık.
Koyun dışına doğru çıkıp Martı Marina’dan gelen Ateş Ağabey ile buluştuk. Güneye doğru rota tutarak, Kameriye ve Kocada arasından geçerek, bulduğumuz ilk koyda (36º 43' 50''- 28º 03' 07'') serinlemek için durduk.
Aslında batılı rüzgarlara açık bir koy ama deniz sütliman olduğu için salimen duruyoruz, şimdilik! Vakt-i keraat geldiği için sistemi dengelemek lazım. Evren etrafta “ne yapsak acaba?” edalarıyla dolaşıyor. Ama fikrin Ömer “Paşa’dan” çıkacağını doğrusu, başlangıçta hiç birimiz tahmin edemedik…
Ateş Ağabey'in gelirken yanında getirdiği karpuzun yarısını hemen yemiştik. Diğerine buzdolabında yer ararken kısa bir süreliğine masanın üstüne koymamla, anlık dalgınlık sonucu Paşa’nın elini, dirseğine kadar içine soktuğunu fark etmem bir oldu. Yüzünde kocaman gülümsemeyle, parmaklarından damlayan karpuz sularını yalayan Paşa, aslında sanırım o seyahatin, devrim niteliğindeki içkisinin de şekilsel mimarı oluyordu!
Küçük parmakları ile koca karpuzun tam ortasında açtığı çukuru genişletip, çekirdekleri çıkarttıktan sonra, içinde biriken karpuz sularına uygun miktarda eklenen votka, buz, meyve parçaları, portakal suyu ve karanfil, kısa süre buzdolabında soğutulduktan sonra servise hazır hale gelmişti bile!
“WELCOME TO KAMERİYEEE”
Yarım karpuz ile böyle bir kokteyl hazırlamanın avantajı, istendiğinde istendiği kadar ekleme yapmaya devam edebilmek sanırım. Çünkü biz 6 kişi şişenin, pardon karpuzun, dibini bulduk ama henüz yolda olan, “hoş geldiniz partisine” yetişmeye çalışan en az 3 tekne var.
Bulunduğumuz yer çırpıntılı olduğu için, demir alıp karşıya geçmeye karar verdik. Hemen taş atımı mesafede, batılı rüzgarlara kapalı, bir sığlık bulduk, denizi temiz (36º 43' 11"- 28º 01' 55'' ). Kuytuda tek bir yelkenli demirde duruyor, kıçtan kara. Tesadüfe bakın, bir önceki gece biz tam yerleştiğimizde dibimize bağlanan Fransızlar bunlar. Hah tam intikam alma vakti… Ateş Ağabey demir atacak, biz de üstüne bağlanacağız. Kısa sürede She de geldi, hemen akabinde de Tutkum. Bir anda küçücük ve ıpıssız koy oldu mu bir Korsan Barınağı! Al sana pis Fransız )))
Bozburun Posta Başı, Ateş Korsan’ın da onayıyla koca siyah sancağı da direğe toka edince, Fransızlar apar topar demir alıp sıvıştılar. Bence çok anlamlı oldu bu sancak! Hep yapalım)))
Hemen karpuzun suyu tazelendi, bir Welcome Kokteyli daha…

HH'den haber aldık, geç çıkmışlar, bizim tarafa doğru gelemeyeceklerini söylediler. Üzüldük ama bir dahaki sefere artık, ne yapalım?
Bu arada Paşa, elden ele tüm tekneleri ziyaret ediyor, yerinde teftiş ediyor. Bir yandan da Lotus’un içi tam bir “Culinarian Mabede” dönüşmüş, herkes elinde bişeyler... Kimi doğruyor, kimi soyuyor, kimi pişiriyor… Akşama menüde, kumsalda yakılan ateş başında yapılacak balık mangal, balık çorbası, salata, bilumum mezeler, bol rakı ve bol kahkaha olacağa benzer!
Ömer ile Turhan (Akman) Korsan kumsala çıkarak iki dakkada, eskiden kalma çöpleri derdest edip torbalara topladılar. Çöp torbaları artık gelenekselleşmiş şekilde, Lotus’un joker botundaki yerini aldı. Bakalım bu leşleri atacak yer bulana kadar ne kadar kıçımızda çekeceğiz? Tam düşünüldüğü gibi, akşamki sohbet süperdi. O kadar yemek malzemesini -ki bunların arasında Ömer Deniz, puseti, oyuncakları, maması ve tüm eşyaları da dahil- koltuk halatlarından tutuna tutuna kumsala kadar taşımamız için 4-5 sefer yapılması gerekti. Tutkum ve She’den gelen portatif masalar ve sandalyeler sayesinde konforumuz en üst seviyede olduğunu söylemeye gerek yok.
Ancak akşamın kapanış sahnesini kimseye bırakmaya niyetli değilim… Uzun zaman oluyor, denizde bu derece sakarlık seviyesine çıkmayalı ama, koltuk halatlarından tutuna tutuna tekneyi yakalamaya çalışırken, elimi attığım anda, bot altımdan kayıverdi! Anlatması çok zevkli tabi ama bir cebinde cep telefonu, bir diğerinde dijital makine olunca o kadar da keyifli değil. Ateş Ağabey’le hemen ilk tedaviye başladık. Önce pilleri-kartı çıkarttık, tatlı suya attık, hepsini yıkadık, kesinlikle hemen açmadık. 3 gün boyunca güneşin alnında kurudular. Telefondan yana korkum yok, kendisi gayet tecrübeli. Bu sanıyorum 5 ya da 6. Zaten çok eskimişti, harita masası altında nuhnebiden kalma eski telefona geçtim hemen. Ama dijital makine için (Canon G7) ve içindeki resimler için endişeliyim. Neyse resimleri kurtardık, karta kolay kolay bişey olmuyormuş. Ama makineye ne yapabileceğiz, zaman gösterecek, şimdilik serviste. Hayyam pasajındakiler pek de ümitli konuşmadılar ama. Şimdilik yoğun bakımda, bakalım zaman ne gösterecek…