21 Kasım 2010 Pazar

Denizcilik Virüsü ve Beş Çaylak Tayfanın Yelken ile İmtihanı

Metne başlamadan önce üşenmedim, saydım: sadece salonumda irili ufaklı 9 yelkenli maketi mevcut. Balkonumdan Yeşilköy Marina gözüküyor ve teknelerin direkleri, her balkona çıkışımda beni adeta selamlıyor. “Gün bugündür, hasret değil kavuşma vaktidir” dedik ve Ekim ayının serin bir yazdan kalma akşamında, kuzene uyup vurduk kendimizi Kuruçeşme yollarına. Deniz kenarında oturup yelken yapmaya neden Kuruçeşme'ye gidilir sorusu doğru olmakla birlikte muhattabı ben değilim, kuzen. Mehmet, nam-ı değer “Doktor” karşıladı bizi ilkin. Ardından Erol Abi ile tanıştık ki kendisi dünya tatlısı bir zat-ı muhterem; tek başına ayrı bir yazı konusu. Teknemiz Lotus; başlangıç için 47 feet boyu ile biraz büyük olsa da, bizim gibi konformist keyif adamları için mekanın hacmi bakımından şahane bir seçenek. Bu arada ekibin geri kalanı ile tanıştık, önceleri herkes biraz çekingen olsa da, eğitime eşlik eden biralar ile sohbet koyulaşmaya başladığında her Türk evladı gibi biz de Doktor'a “Abi kaça böyle bi şey” diye sormak kaydı ile meraklı ergen arkadaşlar kıvamına çabucak geldik. Doktor iyi adam, bir de Türkçe konuşsa muhteşem olacak; teknenin sağı-solu gibi çok basit bir konuya dahi iskele-sancak şeklinde yaklaştığından, acaba önceleri tıp okurken öğrenilen Latincenin etkisi ile denizin ve rüzgarın dünyasında da bize denizciliğin ağa babası memleketlerin dilini mi öğretecek diye düşünürken, anladık ki bu işin de kendi jargonu, daha doğrusu kültürü varmış.

İlk eğitimi iç mekanda aldık (onun da bir ismi var ama şimdi anımsamıyorum). Öğrendiğim tek şey karaya bağlı bile olsanız, iç mekanın, kulak sıvısı karaya alışkın biz sıradan ölümlülerde, mide bulantısına neden olduğu idi. Ha bir de oturduğunuz koltuktan tutun da merdiven arasına değin heryerden bir dolap, bir fonksiyonalite fışkırıyor ki neyi nereye koyduğunuzu anımsamak için IQ'nuzun ortalamanın üzerinde olması şart. Neyse ki buzdolabının, yani biraların yeri çok ortada da, temel ihtiyaçlarımızı giderme konusunda bir sıkıntı yaşamadık.

Tekne nedir, yelken nasıl yapılır, bu iş kaça mal olur gibi bilgileri alıp bol bol sohbet edip birbirimize ısındıktan sonra, elimizde bir aptal ip, birkaç sayfa döküman ve bir CD ile tekneden ayrılıyoruz. Biralar tekneden inerken yine teknik adını anımsamadığım ve karaya ulaşmamızı sağlayan küçük tahta parçasını kolay geçmek konusunda cesaret veriyor olsa da, tam üzerindeyken kulak sıvısına kaçan alkolün denge duyusunu “sarhoşa bağlaması” nedeni ile korkutuyor. Neyse ki ıslanmadan karaya ulaşıyoruz. Gidilen mesafe 0 (yazı ile sıfır) ama yaşanılan macera ve alınan keyif, özellikle başlangıç için oldukça iyi.

Teorik bilgileri bira eşliğinde alıp sağlanan dökümanlara hiç bakmayan ve tüm anlatılanlardan sadece “tekneye gelirken tüketebileceğinizi düşündüğünüzden yüzde on fazla ekmek ve alkol almayı almayı ihmal etmeyin” maddesini hatırlayan bir tayfa olarak, ilk tanışmamızdan bir hafta sonra, sabah erken saatlerde tekrar istikamet Kuruçeşme olmak kaydı ile yola çıkıyoruz. İçimizde mide bulantısı ile ilgili az da olsa bir korku var ve kahvaltının hemen üzerine modern tıbbın mucize haplarından birkaç adedi ile kendimizi emniyetli bölgeye alıyoruz.

Önce alış-veriş, sonra ufak yerleşim derken demir alma vakti geliyor. Fakat o da ne, demir falan yok; koltuk bağları, tonoz, izbarço falan gibi hiç anlamadığım kelimelerle dolu cümleler kuruluyor. Galiba diğer tayfalar verilen dökümanları hatmetmiş ve birtek ben elimde fotoğraf makinesi ile olaya -Fransız olsa yine iyi-, gayet Japon kalıyorum. Öyle böyle derken boğazdayız; haydi bakalım Vira-Bismillah.

Köprünün hemen altında demirli ve son dönemde güzel hanımlardan mütevellit ziyaretçileri ile adından sıkça söz ettiren Savarona'ya selam çakıp boğaz çıkışına doğru sağdan ve kıyıdan yol alıyoruz.

Boğaz karadan her ne kadar harika gözüküyor olsa da denizden bambaşka. O çok beğendiğiniz ve hep hayalini kurduğunuz spor arabanın içine girip direksiyona geçmek misali keyifli boğazın ortasında seyre dalmak İstanbul'u. Bildiğinizi sandığınız birçok tarihi mekanı, yıllar önce punduna getirip de deniz kenarında ilk kez öptüğünüz sevgilinizle olan anılarınızın olduğu iskeleleri, bir başka açıdan görmek hem anıları tazeliyor, hem de hayata yeni bir bakış açısı, yeni bir perspektif getiriyor. Tabii ki bakmasını bilen, gönül gözü açık profillere.

Boğazda yelken açmak yasakmış, motor marifeti ile seyrediyoruz. Motorumuz bir traktör motoru ve sesi ile boğazda seyreden bir yelkenliden ziyade, orta anadoluda buğday tarlasında çalışan bir biçer döver hissiyatı veriyor ama kulağınızı rüzgarın şarkısına odakladığınızda boyut değiştiriyor ve gözünüze dikine giren sabah güneşine inat, çocukluğunuzda okuduğunuz o macera dolu kitapların kaptanı oluveriyorsunuz bir anda.

İstikamet Kalamış Marina. Erol Abi bizi orada bekliyor ve marinaya girişimiz ile birlikte gözlerimiz fırıldak misali dönmeye başlıyor. İstiyoruz ki Mehmet bize her teknenin fiyatını söylesin ve beğendiğimiz birisini hemen alıp haftaya adalara doğru yola çıkalım. İşin kötüsü karar vermek çok zor; cehaletin verdiği özgüven ve mutluluk ile gönlümüze göre birisini seçip markasını kalbimizin bir köşesine yazıyoruz. “Ben” diyorum, “kırmızıya aşık bir maviyim”, “o yüzden şu mavi gövdeli olan benim”. “Gövde değil borda” diye düzeltiyor kaptan, hayallerimi katı gerçekçiliği ile darmadağın ederek.

Yanaşıyor ve Erol Abi'yi alıyoruz. Bu tekne işinde kalkmak ve yanaşmak bir eziyet doğrusu. Hani çok iyi araba kullanan ama paralel park yapamayan hanımlar vardır ya, teknede onlar ile empati kurmak çok kolay. Sanırım uçak kazalarının seyir halinden çok kalkış ve inişlerde olmasının nedeni benzer. Cahiliz ya bu konuda, bilmediğimiz için sadece fikir yürütüyoruz; doğrusunu National Geogaphic'in “Uçak Kazaları” programını yapan ekibine sormak lazım.

Erol Abi de tekneye ayak basınca herşey tamam oluyor: bir kaptan, bir makinist ve beş tayfa olmak üzere Lotus üzerinde yedi kişiyiz ve artık adalara doğru yola çıkabiliriz. Yelken basmak istiyoruz ancak rüzgar mevcudiyetini sınırlı tutuyor. Biz yine de bir mil falan eklesin hızımıza diye genovayı açıyoruz ama serdümenin, -eğitime yeni başlayan biz beş tayfadan birisi olması nedeni ile-, kafası karışıyor. Dümen dediğiniz şey motorla hareket ederken direksiyon misali ama yelken açıkken dümen tutmak marifet. Neyse ki kaptan konuya müdahale ediyor ve çakma serdümen, yelken açıkken dümen tutmayı yavaş yavaş öğreniyor.

KınalıAda kıyılarındayız. Kıyıda döküntüler var ve açıktan almamız lazım geliyor. Serdümen yine dağılıyor zira yönümüz değişince yelken “yapraklamaya” başlıyor ve iki arada bir derede kalıyoruz. Bu arada motorumuz da çok eğlenmediğini söyleyen şarkılar mırıldanmaya başlıyor. Nedir diye kulak kabarttığımızda sorun sinyalleri alıyoruz. Önce bilgisayarlardan alıştığımız üzere kapatıp açmayı deniyoruz, kapattıktan sonra tekrar çalıştırmayı beceremeyince birbirimize bakıyoruz. Bu teknecilik mevzu zor iş galiba; o an herkes kendi teknesinde “yalnızken bu olsa ne halt ederdim” diye düşünüyor birbirine çaktırmadan. Neyse ki yelkencilerin piri, şahı, feriştahı Doktor, kumandayı alıyor ve yelken marifeti ile istikamet değiştirip Kalamış Marina'a geri dönüyoruz.

Motorsuz yelkenli bana çok keyif veriyor ve yıllar önceki yamaç paraşütü deneyimlerimi anımsatıyor: ses, atmosfer, rüzgar ve keyif, başka türlü bir dünyanın varlığını fısıldıyor, ipucu veriyor, hayal ettiriyor fakat ne olduğunu asla tam olarak ele vermiyor. “Gel ve kendin keşfet” diyor.

Teknede bir makinist (BaşÇarkçı mı demeliyim) olur da bu mucit kişinin zihni çözüm üretmeden durur mu, elbette hayır. Telefonlar açılıyor, Rıza isimli bir tanıdık ile konuşuluyor ve biz marinaya yaklaşırken ortadan kaybolan Erol Abi, “biz yelkenle marinaya nasıl yanaşırız şimdi” diye düşünürken içeriden “marşa basın” diye bağırıyor ve tekne ilk denemede sorunsuz çalışıyor. Deniz kızlarının söylediği şarkıları bize taşıyan rüzgarın sesinin kesildiğine mi üzüleyim yoksa güvenli bir şekilde marinaya yanaşabileceğimize mi sevineyim bilemiyorum o anda. Zaten yelken yapmakla ilgili duygularım karmaşık, kıyıyı seyre dalıyorum. İstanbul denizden hem bir başka güzel, hem de pek bir çapraşık. Kafam, içilen biraların da etkisi ile “bir dünya”. Acil müdahale iskelesine yanaşıp motoru kapatıyoruz, Erol Abi elinde bir motor parçası ile kıyıya atlayıp Cumartesi günü olmasına rağmen sanayinin yolunu tutuyor motosikleti ile. O esnadan büyük bir dalga bizi iskeleye vuruyor ve arkası da geliyor. Kıyıda, teknenin bu kadar sallanmasına mı şaşırmalıyım yoksa güvenlik için hızla karar verip önlem alma telaşına mı düşmeliyim diye düşünürken oyumu ikinci seçenekten yana kullanıp hızla teknenin kıyıdan uzaklaşmasını sağlıyoruz. Motorumuz çalışmadığı için Setur'un botları bizi güvenli alana çekiyor ve tekneyi bağlayıp Erol Abi'yi beklemeye koyuluyoruz. Hala yılmadık, inançlı ve hevesliyiz. Kaptan bize bunların çok doğal olduğunu, işin rutininde sürekli bu tip hadiseler yaşandığını anlatıyor. Doğrusu gözümüz biraz korkuyor.

Gün batımına yakın Erol Abi geri geliyor, botla onu acil müdahale iskelesinden alıp tekneye getiriyoruz. Ufak bir bekleme süresi akabinde motor çalışıyor ve tekrar adalara doğru yola çıkıyoruz.

Günü denizde batırmak harika ama güneşin kaybolması ile birkaç saat önce şarkılar fısıldayan rüzgar “hard-rock” esmeye ve ısırmaya başlıyor. Hep söylerim, Türk insanın talihsizliği bebeklik döneminde yapılan kundaklardır. O nedenle bedenlerimiz eğri büğrü gelişir, o nedenle soğuğa karşı dayanıksız yetiştiriliriz. Dağcılıkla uğraştığım üniversite yıllarım aklıma geliyor o anda. Zamanında Türkiye'de açık olan en yüksek zirveleri görmüş, defalarca metrelerce karın içerisinde çadırda yatmıştım fakat daha ilk kampımı yapmadan önce kendime -30 dereceye kadar sıcak tutan bir uyku tulumu almayı ihmal etmemiştim. Ahh o kundaklar olmasa bizler böyle dayanıksız olmayacaktık ama olmuş bir kere, ne gelir elden. Kundağın büyük hali uyku tulumum yanımda, gece bana üşümek yok diyor ve rahatlıyorum.

Yolda gaz telimiz kopuyor fakat bu sefer hiç endişelenmiyoruz çünkü mucit Erol Abi beş dakika içerisinde ipli ve manüel bir çözüm üretiyor. Zaten hiç kuşkumuz yoktu ilginç ama işe yarayan bir çözüm sunacağından Erol Abi'nin.

BurgazAda'ya geçiyoruz. Eski bir balıkçı teknesine “aborda” oluyoruz (sahil yerine teknenin kendisine yanaşıyoruz). Sonra zıp zıp zıplayarak ve elalemin teknesine ayak basmak sureti ile kıyıya çıkıyoruz. Bana sorarsanız ayıp ama denizcilik kültüründe makul bir hareketmiş. Karadakiler de zaten bizi bu şekilde yönlendiriyor.

Son yarım saatimi, teknenin kıçında üşüdüğümden içeride dergi okuyarak geçirdiğim için, ısınan vücudum yeniden dışarı çıkmam ile titremeye başlasa da AdaKeyf restauranta girişimizle birlikte rahatlıyor. Fatoş Abla bizi kapıda karşılıyor, Hakan bize masamızı gösteriyor ve başlıyor alkol eşliğinde enfes mezelerin servisi. Daha önce KüçükKeyifler'de de yazmıştım, mekanın spesyalitesi midye salma, hararetle öneriyorum. Çok açız, tabir-i caiz ise yumuluyoruz kızarmış ekmek eşliğinde mezelere ve salataya. Mideler dolunca sohbet koyulaşıyor ve içilen rakının da etkisi ile seyrelen kan vücudun her köşesine yüksek ısı taşımaya başlıyor. Biraz çiroz, biraz da söğüş karides sipariş ediyorum. Ardından tekir tava geliyor ki tekirin kokusuna karşı tererddütlü Erol Abi bile, balığı çok lezzetli buluyor.

Gece yarısı oluyor, vakit demir almak vakti (halbuki yine demir yok, abordayız). Tekneye atlıyor ve doğruca HeybeliAda'nın arkasında, doğal korunaklı bir koy olan ÇamLimanı'nın yolunu tutuyoruz. Koya vardığımızda bu sefer gerçekten demir atıp tekneyi iyice sabitledikten sonra koyu bir sohbet başlıyor. Kuzen ben dışarıda yatacağım gazına gelince uyku tulumunu ona teslim edip ertesi güne sağ çıkmasını sağladıktan sonra kamarama çekilip hafif dalgalar ile salınan teknemizde derin ve güzel bir uykuya “yelken açıyorum”. Rüyamda deniz kızları ile dans ettiğimi eşime sakın söylemeyin, sanırım kıskanır.

Sabah sisli ve güneşli bir aydınlığa uyanıyoruz. Çiğ yağmış ve teknenin her yanı ıslak. Erol Abi herkesten önce uyanıp kahvesini hazırlamış. Tekne mis gibi kahve kokuyor. Güzel bir kahvaltının ardından, mevsimlerden yaz olsa rahatlıka denize girilebilecek ve adalar çevresinde görülmeye değer birkaç koy dolaşıyoruz. Uzunca bir süre kaldığımız ve şimdi adını anımsamadığım bir koyda, suyun berraklığına bakıp “acaba girsem mi?” diye düşünsem de elimi suya daldırdığımda, hislerim bana “saçmalama” diyor. Halbuki daha geçen hafta Antalya'da 3 gün boyunca denizdeydim.

Güneşe karşı demlenirken, Doktor botu suya indiriyor ve “size biraz midye getireyim de yemek yapalım” diyor. Yarım saat içerisinde bir dolu midye ile tekneye geri dönüyor. Arda ile midyeleri bir güzel ayıklıyorlar fakat midyelerin büyüklüğü fırında kaşar ile pişirmeye uygun değil, çok küçükler. Konuya dahil olmam gerekiyor ve midyeler elimde mutfağa giriyorum. Midyeleri tereyağında birkaç kez çevirip domates, tuz, sarımsak, karabiber, kimyon ve kırmızı toz biber eşliğinde pişiriyorum. Ardından beyaz şarabımız olmadığı için DryMartini ile demliyorum. Diğer yandan ise makarnamız pişiyor. Dün akşamki çirozların bitiremediğimiz bölümünü ise Fatoş Abla paket yapmıştı ki aklıma onlar geliyor. Ekmekleri dilimleyip zeytinyağı, yeşil zeytin ve çiroz ile tabakların yanına servis ettikten sonra makarnanın üzerine Martini'de demlenmiş midyeleri koyuyor ve birer yaprak defne yaprağını üzerine yerleştirip güverteye çıkarıyorum. Şarabımız kırmızı ve yoğun bukeli, sohbetimiz koyu ve oldukça neşeli.

Ara sıra geçen deniz otobüsleri ufuk çizgisini sallasa da, adanın yamacındaki çam ormanlarında cilveleşen sevgililere karşı denizde keyif yapmak pek bir hoş. Bu yelken işi galiba beni sarmaya başladı.

Öğle yemeğinin ardından yeniden demir alıyoruz. Adaların kuytusundan sıyrılıp Marmara'nın açığına yönelmemiz ile, pek de ortalarda gözükmeyen rüzgar kendisini nihayet gösteriyor. Önce eski dostların uzun süreden sonra karşılaşması misali mesafeli biçimde selamlaşıyoruz. Serde motorcuyuz; rüzgar ise motosiklet dünyasında nasıl can dostsa, yelken için de aynen öyle. Önce çekingen, ardından tutkulu biçimde sarılıyoruz birbirimize. Rüzgara olan aşkımız dillere destan ya, ilk anda temkinli hareket etsek de sonradan açılıp aşkımızın şehvetli dakikalarını balon basarak taçlandırıyoruz. Tekne hafif yana yatıyor ve işte yelkencilik virüsü o esnada tüm tayfanın kanına giriyor. Artık iflah olmaz birer denizciyiz. Biralar yenileniyor gün batıma değin rüzgar ile defalarca sevişiyoruz.

Karaya vardığımızda o yanaşma telaşı, sevgilisi ile karısına basılmış koca karikatürlerini anımsatıyor bana. Herkes bir panik ve koşuşturma içerisinde. Sağ salim yanaşıyoruz ama seyir esnasında açıp da boğaza girişimizle birlikte bakımının yapılbilmesi için söktüğümüz ana yelken direği içerisindeki mekanizma inanılmaz bir gürültü çıkarıyor. Ne olduğuna sonra bakmak üzere, sesi kesmesi için ana yelkeni yeniden takmaya çalışıyoruz ancak o da ne, ana yelken bir türlü tam olarak mekanizemaya sarılamıyor. Uzun uğraşlar sonunda yelkeni kapadığımızda hiçbirimizde enerji kalmamış durumda fakat virüs kanımızda dolaşırken yüreğimizi teslim alıyor. Arabaya atlayıp eve dönerken içim geçiyor ve mavi bordalı teknemde görüyorum kendimi o kısa yolculuk esnasında. Kuzen “uyan hadi geldik” dediğinde saat akşam dokuz buçuk civarı.

Eve geliyorum ve PerakendeBülten'de, bu hafta yazmam gereken makalenin başına oturuyorum. Bilgisayar ve oturduğum sandalye sürekli dalga alıyor. Salonda bir tur atıp bilgisayarın başına geri dönüyorum ama bina sallanmaya devam ediyor. Çaresiz yatağın yolunu tutuyorum. Sabah işe gitmek üzere uyandığımda güneş aralanan perdeden göz kırpıyor. Giyinme odasına girerken küçük ayak parmağımı tabureye çarpıyorum ve farkediyorum ki bizim bina halen dalgalanıyor. Belli ki bugün Salı olmadığı halde gün sallanıyor olacak ve yanılmıyorum; ofis binası da sürekli dalga alıyor ve dalgalı seyir ertesi güne kadar devam ediyor.

İlk yelken seyahatimiz böyle nihayetlenmişken geçenlerde bu seferi yineledik. Yaşadıklarımız ise bir sonraki yazıda.

Sağlıcakla,
Burak GÜNBAL




Bu seyir Kasım 2010'da yapılmıştır