13 Ekim 2009 Salı

Bir Fırtına Seferi

Sergün'ün kuzeni ve babasıyla beraber, bir Lodos fırtınasının tam ortasında yaptığı Marmara seferi. 7-8 kuvvetinde esen güneyli rüzgarlar ve dalgalarla 24 saatlik boğuşmanın kendi ağızlarından hikayesi...

Detaylı teknik bilgi ve görüşlere http://www.gezginkorsan.org/forum/index.php/topic,4616.0.htm den ulaşılabilir...


Gelibolu-Istanbul
Eylül 2009

12 Ekim 2009; Mehmet ağabeyle daha önce konuştuğumuz üzere, Kaan’ın arabasıyla İstanbul’dan sabah 10 sularında ayrılmayı planlıyordum. Çanakkale İstanbul seferi için bırakın ekip kurmayı, bana eşlik edecek bir kişiyi bile bulmak oldukça zor olmuştu. Bizim işler ters, herkes tatil yaparken turizmciler çalışır, herkes çalışırken tatil yaparlar, bu yüzden haftanın bu alakasız gününde 2-3 günlük bir seyire çıkacak birileri zor bulunuyor. Arabayla yüksek lisanstan arkadaşım olan Süphan’ı almaya gidiyordum ancak pazartesi trafiği malum, baktım geç kalacağım hemen telefonla haber vereyim dedim ki 3-4 aramadan sonra telefon ancak açıldı yorgun bir ses “ben bütün gece uyumadım, çok yorgunum gelemeyeceğim” dedi. Yolculuğa dahil olacak üçüncü kişi ise babamdı ve gelme olasılığı zaten çok zayıftı. Mehmet ağabeyle konuşup istanbuldan çıkış saatimi akşam 4-5 sularına kadar atınca üçüncü bir alternatif yol arkadaşının gelme ihtimali belirdi. Hemen cefakar kuzenim Nevcan’ı aradım. Nevcan ilk seyirini daha eylül ayında doktor Cem’in teknesi Psari’yi Marmaris Bozburun’dan İstanbul’a getirirken yapmıştı. İlk seyir için gerçekten de yanlış seçim üstelik Bozburun’dan Çeşme’ye kadar sürekli kuzeyli esen rüzgarlarla bir temiz de sopa yemiştik. Çeşme’de, 91 senesinden beri yelkenci olan 20 senelik arkadaşım İlke bile yola devam etmeme kararı almışken Nevcan İstanbul’a kadar yanımdaydı, o zaman anladım ki yeni bir denizci keşfetmiştim. Nevcan bana katılabileceğini söyleyince öğlen 12 sularında yola çıktık. Buluşma noktamız Gelibolu’ydu.
Akşam 6 sularında Gelibolu’daki küçük balıkçı limanına giren Lotus’u karşıladık. Yakıt ikmali ve limandaki meyhanelerden birinde midye bira faslından sonra Mehmet ağabeyleri geldiğimiz arabayla İstanbul’a uğurladık. Daha sonra otobüsle yola çıkan babam da bize katıldı. Babam, bir zamanlar yük gemilerinde kaptanlık yapan dedemin yanında gemicilik yapmak için liseyi bırakmış, 10 sene kadar gemilerde çalışmış, yağcılık, serdümenlik yapmış denizi çok seven ancak hayatında yelkenliye binmemiş biridir. Bu seyirde denizi seven birine yelkeni de sevdirmek çok zor olmaz diye düşünüyordum.
Alışveriş yapıp Akşam 10 sularında Gelibolu limanından ayrıldık. Hava 3-5 kuvvet lodos esiyordu ve hemen anayelkenimizi basıp cenovayı açarak ayı bacağı yaptık, son derece keyifli bir seyir oluyordu. Rakı ve biralar açıldı, insana işte hayat budur dedirten anlar hızla akıp gitti, babam da yelken güzelmiş yahu deyince keyfim iyice yerine geldi. Gece yarısına doğru yattım, sabaha karşı babam “bak bakalım Marmara Adası hangisi diyerek uyandırdı. Hava, kuvvetini biraz arttırmıştı. Cenovayı ve anayelkeni kapatıp Marmara Adası Limanına girdik, mendirekteki boş bulduğumuz bir yere bağlanarak öğlene kadar dinlendik.
Öğlen uyandığımızda hava şiddetini iyice arttırmış ve lodostan kıbleye dirise etmişti, telsizde fırtına uyarısı yapılmaktaydı ancak tekneyi Marmara Adasında bırakıp İstanbula dönmek veya orada beklemek bir alternatif gibi görünmüyordu, lakin Nevcanın ertesi gün sınavı, benim ve babamın ise işlerimiz vardı. Zaten o havada çalışan bir yolcu gemisi bulmak da imkansızdı. Adada öğlen 12 civarında kahvaltımızı edip yola çıktık. Ana yelkeni birinci camadanla küçülttük, cenovayı ise hiç açmadık, çok kuvvetli sağnaklarda dalganın da etkisiyle teknenin dümen dinlemediği, hatta köre düştüğü ve motor çalıştırmak zorunda kaldığımız bile oluyordu. Sanırım cenovayı fırtına floğu gibi, çok küçük de olsa açmak sorunu ortadan kaldırabilirdi. Aldığımız hava raporuna göre akşam 9’a kadar 7-8 kuvvet kıble ile keşişlemeden esecek, daha sonra aniden karayele dirise edecekti. Biraz da buna güvenerek seyir konforu daha fazla olduğu için rotamızı gereğinden fazla kuzeye yöneltmiştim. Hava şiddetli de olsa son derece keyifli ve hızlı bir seyir oluyordu. Tek sıkıntım, arada bir babamın sallantıdan şikayet etmesiydi. Yine de peşimize takılan yunusların da yardımıyla keyfim son derece yerindeydi.
Saat 16 sularında Mehmet Ağabey telefonla ulaştı, koordinatlarımı verince fazla kuzeye düştüğümü söyledi. Umduğumdan çok daha hızlı gitmekte olduğumuz için akşam 9’da havanın dönecek olması artık işime yaramıyordu, kaldı ki hava tahmininin yanılma payı da her zaman vardır. Mehmet Ağabey’in önerisiyle rotamı düzelttim. Artık tam apaz gidiyorduk ve seyir konforumuz azalmıştı. Kısa bir süre sonra ufukta kara belirmişti, bu şekilde akşam 9’a kadar seyrimize devam ettik. İstanbul’a yaklaştıkça hava sertleşiyor, dalgalar derinleşiyordu, 8-10 mil arasında değişen hızımız artık 10 milin altına inmiyor, çoğu dalgadan inerken 14-15 millere çıkıyordu. Dalgalardan birinden inerken 18 milin üzerine çıktık ki bu benim Lotus’ta gördüğüm en yüksek hızdı. Yeşilköy açıklarına vardığımızda üzerimizden uçaklar kalkıyordu. Herhangi bir aksilikte hava bizi hızla karaya sürükleyebileceği için karayı oldukça açıktan geçiyordum böylece Yenikapı açıklarına kadar geldik. Saat dokuz olmuştu. Yelkeni kapatıp motor seyrine dönmek için havanın değişmesini son ana kadar beklemeye karar vermiştim. Ahırkapı ile Kadıköy’ün hemen hemen tam ortasındayken rotamı iyice boğazın girişine doğru çevirdim ve rüzgarı pupadan almaya başladım. Dalgaların birinden inerken kavança yemek üzere olduğumuzu farkettim ama çok geçti. Son derece sert bir kavança yedik babam kamaradan “direk mi kırıldı” diyerek çıktı. Ne yazık ki ana yelkenimiz camadan yerlerinden yırtılmıştı. Hemen motor çalıştırıp orsaya döndük. Güverteye çıkıp ana yelkeni topladım. Kavança esnasında pusulaya çarpan ıskota makarası pusulamızı da kırmıştı. 15 dakika sonra hava birden durdu ve 5 dakika içinde karayelden esmeye başladı. Mehmet ağabeye kötü haberi telefonla verdik. Bütün gün esen fırtınadan sonra çok şiddetli bir yağmurla beraber deniz çarşaf gibi olmuştu.
Gece yarısına doğru Bebek’te Mehmet ağabey tarafından karşılandık. Çok güzel bir seyir, son dakika golüyle gerçekten çok kötü bitmişti.



12 Ekim 2009 Pazartesi

Bozcaada-Gelibolu



Sabah erkenden bir tıkırtıyla uyandım, kalktım baktım. Erol Ağabey, sağolsun erkencidir hep, kahvesini koymuş güvertede yudumluyordu... Teknenin içinde bile acayip bir rutubet var, nasıl uyumuşuz burada hayret? Bu arada harika güneş doğuyor. Ada daha yeni yeni uyanıyor, limanda kimsecikler yok...Tekne içinde oyalanmayıp, Ada'ya çıktık yine. Tam sezon sonu, el ayak çekilmiş, zaten günlerden Pazartesi, haftasonu için tek tük gelen birkaç kişi de dün akşam vapuruyla dönmüşler anlaşılan. Çamaltı'nda in-cin top oynuyor. Köşedeki kahvede börek-çörek yanında sıcak demli çayla kendimize geldik. Çok da vakit harcamayalım, yola koyulma vakti. Benzincide kimseler yoktu, aslında bulmuşken biraz mazot alsak iyi olurdu ama ne yapalım? Önümüzde Çanakkale var, oradan da takviye ederiz dedik, hay demez olaydık... Meteoroloji ihbarları bu sabah itibarıyla 4 kuvvetinde Güneyli eseceği, öğleden sonra ise yine aynı yönden şiddetleneceği yönünde. O saatlerde Boğaz'a girmiş olacağız, bakalım arkadan gelen bu rüzgar ne kadar işimize yarayacak. 3 gündür güneyden geliyoruz tangur-tungur, daha önce başlasaydı ya meret! Çeşme-Çanakkale arasını balonlu malonlu geçseydik fena mı olurdu? Ama geçtiğimiz yıllarla karşılaştırınca buna da şükür! )) Kafadan gelen denizlerle her seferinde yediğimiz dayakları düşününce, hakkını yemeyelim, bu yıl çok mülayim geçiyor doğrusu...

Kahvede oturmuş çaylarının son yudumlarını höpürdeten çocukları masadan resmen çekiştirircesine kaldırdım. Acele etmemin tek nedeni rüzgar değil, hop-hop karakterim de... Aklım aslında bir önceki gece balıkçılarla yaptığımız sohbet ve duyduklarımda...

AKYA!

Takımlar nasılsa hazır...Limandan çıkar çıkmaz, yelkeni basıyoruz. Henüz tek başına götürecek gibi değil, motor artı yelken devam ediyoruz... Rota tam Kuzey! En irisinden takımı, ucunda en güvendiğim makineye bağlı suya bıraktım. Ayarlar-mayarlar herşey tamam. Su harika, güneş süper. Rüzgar da ha keza! ve en önemlisi mevsim de ideal... Bundan iyisi Şam'da kayısı...
Tek bir eksiğimiz var: ASSOLİST!
Bu gibi durumlarda, ustalarımdan öğrendiğim, suya bırakıp "unutacaksın"... Ben de öyle yaptım, içeri girdim küçük bir iş için Ama "şişman kadının" çıkması uzun sürmedi... Nurettin Ağabey'in bağrışıyla, neredeyse kemerimi falan bağlamadan güverteye fırladım. Hep yapılan yanlış, makinenin üstüne atlamamak lazım. Ekip bu konuya aşina, hepsi tecrübeli. İlk başta hayvanı bırakıp, tekneyi yavaşlatmak ve durdurmak lazım. Makine acayip gürültüyle boşalıyor, bu arada biz de yelkenlerle uğraşıyorduk. Tekne neredeyse durmuştu ki ses de kesildi...

Korka korka elime aldım:
-Eh be lanet! Koparttın değil mi?
Zaten 0,75 Flurucarbon misinayı kopartaacak bir balıksa da işallah tutamamış oluruz diye kendimi avutuyorum ama hikaye...

Onca misinayı o kadar zamanda boşaltmış olan hayvan bu kadarkolay, mücadele etmeden geliyor olamaz, kesin koparttı...

Herkes bordadan sarkmış, ucunda ne var diye bakınıyor:
-Ne olacak, sıyrılmış bir düğüm! Lanet!!! Yani kopartsaydı daha az üzülecektim. Bu düğüm nasıl sıyrılır? Hay kafama ne yapayım? Gece vakti, kör karanlıkta düğüm atarsan böyle olur. Ama oyunun kuralı bu! İşin içinde hep kazanmak yok, zaten olsaydı kesin çok daha az zevkli olurdu. Başkaca o boyda ve verimde, rapalam olmadığı için küçükten bişey attım, sırf adet yerini bulsun diye, ama adım gibi eminim... Bu gün başka kısmet olmayacak! Gitti...
Neyse, yelken-motor, sonra da sırf yelken yukarı çıkarken teknenin piyanlarını yapıyorum, hazır ipler çıkmışken de Erol Ağabey bir yandan anayelkeni toplamak için kullandığımız ahtapotu derleyip-topluyor. Nurettin Ağabey karışmış bir gırcala yumağıyla uğraşıyor.


Ahtapotun kolları

Yelkenci Piyanı

Adi Piyan

(Gönül isterdi ki balığın resmini koyalım ama bu seferlik düğüm resimleriyle idare edeceğiz mecbur)

Biraz kafamızı dağıttık ki, artık nasılsa gemi yoluna giriyoruz diye arkamızdaki oltayı topladım. Daha yerine koymamıştım ki, tekneye 10-15 metre mesafede en az 2 metre boyunda bir kılıç Boğaz sularını şapırdatarak fırladı... Gri-lacivert parlak renkleriyle inanılmaz bir görsel ziyafetin etkisiyle donmuş kalmıştık hepimiz... Ön taraftan Kaan'ın bağrışı-çağrışı "hadi hemen oltayı at" uyarılarının hiç bir önemi yok, artık çok geç. Herkes biliyor, 2. kural: "Gördüğün balığı oltayla yakalayamazsın!" En son suya girerken, ağzında ince-uzun beyaz bir rapala var mı diye bakmaktan kendimi alamadım... Hani Hollywood senaryosu olsa, kaptanı Gregory Peck oynardı kesin... Takma bacaklı ve sert mizacıyla balığa kaptırdığı rapalasının peşinden aylarca koşan intikam peşindeki kaptanın ruh halini ondan iyi kimse yansıtamaz, eminim )))

Hikayemize geri dönelim, kılıçbalığından daha önemli bir sorunumuz var. Sergün telefonla arayarak, beraber gelmeyi planladığı arkadaşının hastalandığını, tek kaldığını söyledi. Eyvah! Plan tamamen suya düşebilir. "Kuzene ve babama ulaşmaya çalışıyorum, daha vaktimiz var" diyerek kapattı. Araba onda, Istanbul'dan Çanakkale'ye gelecek, bize arabayı verecek, kendi tekneye binecek ve devam edecek. Aslında gayet kolay ama yalnız kalırsa yapamaz. Bizim ekipte herkesin işi ve/veya programı var. Devam edebilmemiz mümkün değil. Bu mevsimde teknyi Gelibolu veya Çanakkale'de bırakmak da istemiyorum. Dur bakalım nasıl çözeceğiz?

Boğazın girişinden sonra yaz tatili için Dardanos'a geçmiş, kış balına kadar da sezonu uzatmış, Kaan'ın babası Nurullah Amca'ya uğradık. Biraz sert esiyor, ama zaten kısa kalacağız. Sağolsun Nurettin Ağabey ben teknede kalır, göz kulak olurum deyince gönül rahatlığıyla karaya çıktık. Köyden harika ev yapımı şarap ve kavun alıp, Ada yapımı sakız likörünü bıraktık. Selamlaşmalar ve selametler dilekleriyle tekrar yola koyulduğumuzda Sergün arayarak babasını ve kuzenini ayarladığını, en geç saat 15-16.00 gibi yola çıkıp 3-4 saatte gelebileceklerini söyledi. Süper haber, artık içimiz rahat.

Çanakkale'de durup Nurettin Ağabey'i otobüse yolcu edeceğiz. Biraz mazot takviyesi yapmak istiyorum ama Çanakkale Marina'yla ilgili geçmişten kalma duygularım, hiç de hoş değil.Nitekim, yanılmadık... Marina içinde yanyana çektikleri sandalyelerde oturan adamlar, sanki kendi mekanlarına gelmemişiz gibi bir umarsızlık içinde davranınca "tamam" dedim kendi kendime, "başlıyoruz". İnsan bir kalkar halatını alır, geçtim onu hoşgeldiniz der... Neyse yutkundum 1-2, hafiften Erol Ağabeyle göz göze geldik. Yazın Keyfim ile aşağı inerken onların da başından nahoş şeyler geçtiğini biliyorum burada. O da şimdilik sinirini kontrol ediyor. Sanki başıma geleceği biliyormuş gibi,

-Kısa kalacağız mazot var mı?
-Şuraya yanaşın...
-Mazotunuz var mı?
-Yok.
-Allah allah! Madem yok, neden şuraya yanaş diyorsunuz kardeşim?-...
-Peki tanker çağırıyor musunuz?
-Yok
-Benzinci nerede?
-Yakın yürüme mesafesinde,
-Yürüteç gibi bişeyiniz var mı, bidonları taşımak için?
-Yok... Suya attılar geçen gün.
-Neyse yürüyerek gider, taksiyle getiririz.
-Günlük ücret 55 Milyon.
-Mazotunuz yok, benznciye gidip-gelene kadar bizden 55 milyon mu alacaksınız?
-Burası belediye limanı...
-...

Diyalogun geri kalanını tam metnini burada yazmak, terbiye sınırlarını aşacağı için kısa kesiyorum. Araya giren, belli ki tüm gün orada oturup pinekleyen adamların terbiyesizliğini ve mantıksızlığını ise hiç hatırlamak dahi istemiyorum, hala nasıl tepe tasımı attırabiliyor şaşıyorum... Neyse, adamlara anlayacakları dilden, uygun seçilmiş sunturluları sıraladıktan sonra, kendi kendime bir daha dünya dursa Çanakkale Marina'ya yanaşmayacağıma yeminler ettim.
Yani koskoca şehrin göbeğinde, tamamen çay ocağı mantığı ile işletilen, adı "Marina" olan, kanımca balıkçı barınağı bile olamayacak kadar deniz ve denizcilik nosyonu-bilgisi/görgüsünden uzak kişilerce işletilen bu yerin, nasıl olup da sadece 20 mil güneyinde tamamen farklı yapı-mantık ve yaklaşımla işletilen bir diğer limandan (Bozcaada'dan) kendisine en ufak örnek almamasını anlamak mümkün değil... Yola koyulduk, dert değil. Tekneciliğin bu tarafını çok seviyorum. Deniz ve doğa haricinde hiç kimseye tabi değilsin, yani olmayabilirsin. Gelibolu'dan arabayla taşırız bidonları. Ne çekeceğim bu arogan "çaycıların" marinacı konseptlerini. Zaten sıtkımız sıyrılmış aşağıda dünya markası marinalardan, üstelik Çanakkale'li Delidumrullar bizden Porto Cervo ayarında para istiyorlar... ve de fiş de kesmiyorlar! Bunun adı tam vurgunculuk!

Rüzgar arkamızdan geliyor, hayatımda ilk defa Nara'yı arkadan gelen rüzgarla, ayıbacağı seyirle geçtik. Telsiz açık, kulağım sektörde. Fazlaca bir trafik de yok zatii... Kimseye bulaşmadan Gelibolu balıkçı barınağına girdik. Sergün'ler de hemen geldiler. Bordaladık, tekneyi topladık. Hemen yandaki Lokantaya oturduk. Ufak tefek öte beri alışverişi. Lotus formunda, önünde uzun bir deniz geçişi var. Sergün iyi dümencidir, ona güvenimiz tam. Kuzeni de oldukça sağlamdır, Babasının da eskiden beri denizlerde olduğunu biliyorum... Umuyorum herşey yolunda geçer.


11 Ekim 2009 Pazar

Chios-Bozcaada



Marmaro rıhtımında, balıkçılardan da nasiplendikten sonra artık yola koyulma vakti geldi. Yukarı yani Çanakkale'ye doğru çıkarken, biz seyir planını şöyle yapıyoruz: Eğer hava uygunsa Midilli'yi sancakta bırakıp çıkmak mümkün. Bu yolu Ayvalıktan dolaşmaya göre 20 mil kadar kısaltıyor. Ancak havanın kuzeyli sert olduğu günlerde pratik uygulaması neredeyse imkansız. O durumda, önce Ayvalık sonra Müsellim geçidinden, Babakale'ye oradan da kuzeye özellikle poyraz esiyorsa, iyice Biga Yarımadası kıyıısına yakın geçerek Bozcaada'ya kadar yükseliyoruz. Babakale'den sonra eğer Karayel esiyorsa, hele de birkaç gündür deniz kaldırdıysa vay halimize!

O akşamki duyumlar da havanın gece kalacağı, Ege kanalında sert denizler olmadığı yönünde. Vardiyaları planladık. Palamar çözdük ve limandan ayrıldık. Önceleri ay yoktu ve inanılmaz bşir yakamoz denizinde, nur içinde ilerliyoruz... Hafif bir rüzgar çıkınca motora destek olsun diye genovayı açtık. Üstüne ekliyor, soluganlarda biraz stabiliteyi arttırması da cabası. Midilli'nin en batısında Sigri adında bir liman vardır. Önünde de feneri. Henüz o mesafeden görünmüyor ama gecenin ilerleyen saatlerinde bize yol göstereceğini umuyoruz. Derken ay çıktı. Ayla beraber rüzgar da biraz artınca, ana yelkeni de açayım diye güverteye çıktım...ve gecenin ilk süprizi!Bumba bağlantımızda yine sorun var. Karacasöğüt'te tamir edeli daha 3 ay olmadı. Nasıl olur? Anlamak mümkün değil. Nurettin Ağabey, kesinlikle aluminyum ile paslanmaz arasında oluşan korozyondan kaynaklandığını düşünüyor. Haklı sanırım. Ama ne yapmalı? Bakalım. Kapkaranlık denizin ortasında tangır-tungur sallanan teknede yapılacak iş değil o kesin. Aletleri edavatları topladım, kös kös kokpite döndüm...

Bir süre sonra da vardiya değişimi, Nurettin Ağabey yattı, Kaan geldi.Ben de bir süre sonra yattım. Bir ara kalktığımda tam Sigri'yi bordalıyorduk. Bu suları severim, çok iyi balık yapar. Ama henüz hava çok karanlık. Hiçbir takım çalışmaz. Güneşin doğmasını bekleyeceğiz. Kalktığımda saat 9 olmuştu. Midilli arkamızda kalmış, Babakale'ye doğru yükseliyoruz. Ağır açık deniz takımlarından birisini suya bıraktım, gelirse buralarda zaten küçük bişey gelmez... Ama nerdee? Tın-tın yukarı kadar peşimizden geldi, tık yok!

Vahit'in Yeri'nden Lotus
Bozcaada'ya tam hesapladığımız saatlerde vardık, güzel berrak bir gün. Vakit bol. Ayazma'ya gelip, yeni atılmış 6-8 tane kafa karıştıran kırmızı şamandıra arasından geçerek kumsala demirledik. Vahit'e çıkıp bir öğle yemeği kayıntısı planlıyoruz. Ayazma'nın açıkları oldukça tehlikeli sığlıklarla doludur. Bilmeden girmeye çalışmak ciddi sorunlara yol açabilir,hele de gece... Bu şamandıraları sanırım yol göstersin diye atmışlar ama nasıl? Onu anlamadık... Yaz başında yoktu, demek yeni bir uygulama...Vahit'de güzel bir yemekten sonra tekneye gelip, bir başka koya geçmek için demir aldık. Mermer burnuna doğru, karadan ulaşımı olmayan favori bir demir yerimiz var. Pek bilinmiyor, pilot kitaplarda da bahsi geçmeyen. Oraya girdik.Ama süprizler henüz başladı. Tuvalette bir sorun var. Açmaya karar verdik. Bu bir teknecinin sonsuza kadar kaçamayacağı bir sorun, benim bildiğim tek bir yolu var, tekne sahibi olmamak!Neyse mecburen giriştik. Önce borular söküldü. Temizlendi. Taktım bastım, çalışmadı. Sırada pompa var, onu da dağıttık... Neyse şu an yemek saati olabilir, uzatmayalım okuyana eziyet olmasın. Her bişeyi yaptıktan sonra, sorunu bulduk ve çözdük. Ancak pis su tankına bağlayabilmemiz mümkün değil gibi, sökerken bağlantısı kırıldı.Direkt denize bağlayarak geçici olarak çözdük.Bu arada bir ekip de, özellikle Kaan'ın acı kuvvetini ve Erol Ağabeyin teknik kabiliyeti sayesinde, bumbayı tamir etti. Yarın ve sonraki günlerde rüzgar artacak, ihtiyacımız var. Yola devam. Rota Bozcaada liman. Liman boştu, rahatça bordaladık. Liman içinde küçük küçük balıklar var. Sürü halinde dolaşıyorlar, tanıdık balıkçılara sorduk. Dışarda akya var, içeri doğru kovalıyor dediler... Hmm! Bu önemli bişey demek olabilir ))
Akşam Çamlık'ta sulu yemek. Çok geç saate kalmadan döndük, herkeste bir yorgunluk var ama benim aklım balıkçıların söylediklerine takıldı bir kere... Olta kutusunu çıkartıp yeni iki takım yaptım. Düğümleri falan tazeledim, ağırlıkları ayarladım. Sonra da yattım uyudum.Bakalım yarın nelere gebe?

10 Ekim 2009 Cumartesi

Alaçatı-Chios/Marmaro

Ertesi sabah erken uyandık. Yolumuz uzun ama asıl sebep bu değil, Nurettin Ağabey pek çaktırmıyor ama bu konulrda oldukça titiz bir yapıya sahip.

Teknecilik bir disiplin işidir, bu kesin! Doğrusu ilk defa tanıştığım insanlarda, çok da "disiplinli" bir intiba bırakmadığımın altını çizmem gerek sanırım. Bu yüzden olsa gerek O da çelişkili duygular içersinde. İlk defa bizimle çıkacak, zor bir durumdur bu. Bilirim. Ama bir yandan da güveniyor, bunu hissediyorum.
Ben de çok samimi olmadığım bir arkadaşımın teknesine gittiğimde, benzer çelişkiler yaşarım hep. Neyse buraya keyif yapmaya geldik, zamanla ilgili sorunumuz yok. Esnek bir planımız var.
Bu rotada zaman açısından kısıtlı ve zorlayıcı planlar yapmanın başa ne dolu dertler açtığını öncelerde defalarca yaşadık.
Plan şu biz çıkabildiğimiz kadar çıkacağız.
Sergün Levent'te bir yerlere park ettiğimiz arabamızı alıp bizi karşılamaya gelecek, artık o sürede nerede olursak. Biz arabayla dönerken, O da kendi ekibiyle tekneye geçecek ve Istanbul'a veya gidebildiği kadar kuzeye gidecek.
Dolayısıyla erken çıktık.
Marina parasını bir önceki gece her ihtimale karşı vermiştik.
Alaçatı marina son geldiğimden beri bayağı kalabalıklaşmış. Etraf balık avlama turnuvasına katılmak için gelmiş, açık deniz balık tekneleri ile dolu.
Biz de kendi oltamızı, mendirekten çıkar çıkmaz attık. Burada olur mu sorumu daha tamamlamadan, malum sesle herkes irkildi. O an bir şaşkınlık olur hep. Kısa sürdü, tekneyi durdurup sarmaya başlayıncaya kadar, bir boşalma oldu, ses kesildi.
Kısmet değilmiş...

Dümdüz denizde koydan çıkıp, boğaza doğru yollandık. Karşıdan gelen çok da kaba olmamasına rağmen dalgaları kolaylamak için karşı kıyıya-yani Sakız Adası tarafına- geçtik.Ana limanı, yeni inşa halindeki marinası önünden kuzeye doğru tırmanıyoruz.
Nurettin Ağabey bu suları iyi biliyor.
Bize Koyun Adası (Inoussa) ve adanın diğer limanları ile kıyılarını anlatıyor.
Sakız ana limanında kontroller sıkı. Karaya çıkmak taraftarı değiliz, kimsede pasaport yok, Nurettin Ağabey hariç. O tedbirli haliyle...
Önce Pantoukios. Küçük bir liman girişinde balık çftliği var. Çok sevimli değil. Girşte solda bir çekek yeri var. Rivayete göre çok ucuzmuş, çekme atma işleri...
Sonra Langada. Girişte sağ taraf (kuzeyi) askeri bölge...
Liman şirin, 3-4 tane taverna var. Kalamarı tavsiye edildi, ama çıkıp deneyemedik.
Marmaro'ya doğru çıkacağız. Hem yolu kısaltacak hem de kuzeyli havalarda bizi koruyacak bir mendireği var.
Sancak bordamızda, girişi doğudan olan Koyun Adalarını bırakarak, burunda üstünde feneri de olan Strovilo adasının etrafında balığa yatan sandalların arasından batıya dönüyoruz.
Marmaro'nun koyuna girmeden, yine feneri olan bir başka ada olan Margariti'nin etrafından dönüyoruz. Kanalda, doğudan batıya doğru geçerken sığlıklara dikkat.
Limana erkenden girmek istemediğimizden, demir atıp kendimizi sulara bırakıyoruz. Gayet hoi berrak bir su bekliyor bizi.
Kaan günün ilk ganimetini alıyor. Dipte bir anforaya saklanmaya çalışan sekiz kollu, akşam yemeğinde meze olmak üzre usulünce mutfağa giriyor.
Karaya çıkıp, bağlanıyoruz. Gelen giden yok. Tekneyi özellikle açık bırakıp, 3-4 km yukardaki asıl yerleşim olam Kardamila'ya doğru yürümeye başlıyoruz. Etraf daha çok kafe dolu, hiç taverna yok. Çoğu kapalı, evler bakımlı. Hali vakti yerinde Yunanlıların sayfiye yeri belli.
Ekim sonunda Silivri-Kumburgaz'da gibiyiz, ruh hali aynen bu...
Kardamila'da çınaraltında birer kahve içip, dönüşte bulduğumuz bir marketten içki stoğunu destekliyoruz. Lotus'un bu iyiliği var, sintinesi geniş... Yolculuğun kalan kısmında uçk ya da otobüse elimizde tangır tungur şişelerle binme zorunluluğundan da kurtarıyor adamı.
Limana döndüğümüzde bizi Liman Polisi karşılıyor...
Bingoo...
İki elimde, şişe dolu iki torba kötü bir niyetimiz olmadığını ifade etmekte zorlanmıyoruz. Bu arada çok az ingilizce biliyormuş numarası yapmak yine işe yarıyor.
Bu Yunan polisleri aynı bizimkilerin kafasında.
Şişeler mi? Onlar da global ekonominin işleyişinin parçası bence!
Gözümüze kestirdiğimiz güzelce bir taverna da bulamayınca, ahtapotu da düşünerek tekneye girdik. Bence sofra bu tarz el-ayak çekilmiş bir sahil sayfiyesinde bulabileceğimizden çok daha iyiydi.
Bir takım gürültülerle kafamı kapıdan uzatınca, dibimize yanaşmaya çalışan dev gibi bir balıkçı kayığı ile burun buruna geldik.
Avdan dönüyorlardı ve göz hakkı geleneği biz de olduğu kadar, tüm Ege'de geçerli.
Diğer açıdan bakarsak, bir torba uskumruya karşılık iki adet türk cevizi bence gayet iyi bir alışverişti.




9 Ekim 2009 Cuma

Alaçatı

-Alo.. Mehmet?
-Evet Kaan, buyur...
-Abi acayip trafik var. 2,5 saattir Bayrampaşa'dan köprüye gelemedim.
-Eh Cuma günü, normal. Var daha vaktimiz... Bekliyoruz biz.
-Yok yok böyle olmayacak. Siz çıkın bana doğru gelin isterseniz.
-Neredesin?
-Levent.
-Yahu Levent'ten Etiler ne yazar? Sap ara sokaklardan falan gel.
-Takıldım kaldım...

Hikayenin devamı şöyle:
Uçağın kalkmasına 2,5 saat kala Etiler'den çıktık...
1 saatte Levent'e geri gidemeyince, eve dönüp motorları almaya karar verdik...
Ancak bulunduğumuz ara sokaktan kurtulmamız mümkün değil. Ne ileri ne geri...
Son dakikada bulduğumuz park yerine arabayı koyduk, koşarak taksi...
Hiçbiri haliyle durmuyor, Kaan cüssesini de kullanarak bir tanesini resmen zorla ele geçirdi...
Elimizde sırtçantaları ıvır-zıvır koşturarak motorlara Etiler'e geri geldik...
Bu proje sebebiyle neredeyse 1 saatten fazla zamanda Etiler-Levent-Etiler yapmış olduk...
Acı ama gerçek! Uçağın kalkmasına artık sadece 1 saat var...
Ama süprizler bitmiyor...
Benim motorda benzin yok...
En yakın benzin istasyonu yine Levent'te...
... ve yolda kalmak hiç de istemiyoruz...

Sonuç:
Benim hayatımda gördüğüm en berbat Istanbul trafiğinde, neredeyse 40 dakikada, benzin de alaraktan Sabiha Gökçen Havalimanına yetiştik...
ve inanılmaz ama uçağa bindik...
En arkada oturduğumuz koltukta ellerimin titremesinin tamamen bitmesi için bir büyü rakı içmem gerektiğini maalesef hostese anlatamadım... ))
Bütün bu motor seyahati boyunca arkamda oturan Kaan, sanıyorum uzunca bir süre motorsiklete binmez...
Uçaktan inince arabasıyla bizi İzmir Havalimanından karşılamaya gelen Nurettin İşletici Ağabey'i üçümüz de neredeyse 40 yıllık dostmuşuz gibi kucakladık, sarmaş dolaş olduk.
Ancak hikayeyi anlatınca hak verdi...

Alengirli başlayan bu tarz seyahatlerim hep olmuştur...
Seyahatin geri kalan kısmının gerçek bir tatil gibi geçmesi için, bu duygudan mümkün olduğunca hızlı kurtulmanın gerekliliğine hep inanmışımdır.
Bu yüzden, Güzelbahçe civarındaki balıkçılardan birisine giderek, harika bir balık-rakı organizasyonu yaptık. Nurettin Ağabey'e ve eski dostu Gürkan Kardeş'e buradan teşekkürler.

Alışverişi de tamamladıktan sonra, tekneye gittik yattık uyuduk.

8 Ekim 2009 Perşembe

Ara verdik...

Çoook uzun bir aradan sonra yine buradayız )))

Lotus ile neredeyse, Eylül'den beri beraber değiliz. Bu kadar uzun ara daha önce hiç olmamıştı. Bunda tatil programlarının azlığı kadar üst üste gelen tamir ve bakımlar dolayısıyla ortaya çıkan aksaklıklar da etkili oldu. Yaz başından beri planladığımız Göcek seyahtimizi, armada çıkan son dakika aksaklığı ve zaruri tamiri sebebiyle, sağolsun İyibudarlar'ın teknesi Elifim (eski adıyla Elif) ile yaptık. Aslında çok da rahat ettik.

Bu aynı boyda aynı firmada yapılmış teknelerin nasıl olup da dizayn olarak birbirlerinden bu kadar farklı olabildiğini galiba hiç anlayamayacağım...

Neyse Marmaris-Göcek seyahatimiz gayet başarılı geçti...
Lotus bunun akabinde, Marmaris Netsel'den Bodrum'a geldi. Oradan alan Melih Ağabey ve Mustafa Çam anladığım kadarıyla harika bir lodos rüzgarını arkalarına alarak Alaçatı'ya kadar çıkarttılar.
Bizim plan da şimdi Alaçatı'dan alıp, Çanakkale tarafına bir yere çıkartmak. Ekip sağlam bakalım, ne süprizler bekliyor bizi )))

4 Ekim 2009 Pazar

Bodrum Alinda



Sabah saat 07.00 gibi uyandık, hava yine çok güzeldi, güneş yeni doğuyordu. Önce kahvaltıyı da burada yapalım diye düşündük ama sonra rüzgarı kaçırmamak için vazgeçerek bir başka koya gitmek üzere yola koyulduk, motorla koydan çıktıktan sonra dalgalı ve rüzgarlı bir denizle karşılaştık. Rüzgar düne göre daha şiddetli, deniz ise bayağı dalgalıydı. Bu kez sadece Cenovayı açtık, ana yelkeni böyle bir rüzgar ve dalgada açmaya cesaret edemedik, direği kırabileceğimizi düşündük. Çok kısa bir süre ayı bacağı denedik ama riski görünce vazgeçtik.
İkinci günkü seyrimiz daha zor, ama çok da zevkliydi. Artık sadece rüzgarı değil, dalgaları da kolluyorduk ve rotamızı ona göre ayarlıyorduk. Yer yer dalga boyu 3-4 metrelere varabiliyordu. Ama hızımız da zaman zaman 8-9 nm. yi bulabiliyordu, üstelik sadece Cenovayla. Sabah kahvaltımızı yapmak ve biraz da gezmek, görmek için Leros adasının kuzeyinde Partheni koyunda limana girdik. Burası koy girişinde birçok balık çiftliğinin olduğu ve içeride bir çekek yeri ve büyük gemilerin de yanaşabildiği bir limanı olan küçük bir yerleşim merkeziydi. Bir tonoza bağlanarak sabah kahvaltımızı yaptık ve çok sevimli bir yer olmadığı için daha sonra hemen çıktık ve yola devam ettik. Öğleyin yemek molası için Patmos adasının güney-batısında yer alan geniş bir koya girdik de ama rüzgar bizi o kadar şiddetli savuruyordu ki ancak makarnamızı yedik ve hızla o koydan uzaklaştık. Oysa orada denize de girmeyi planlamış ve hayal etmiştik.
İkinci gecemizi İkaria adasında Kirykos limanında geçirmeyi planlamıştık ve öngörümüze göre oraya varışımız çok geç olmayacaktı, saat 19.00 gibi orada olmayı planlıyorduk. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve saat 19.00 da ancak boğazdan geçip Foumi adası limanına varabilmiştik. Yine zik zaklar çizerek, tramolalar atarak seyretmiştik. Malum hem dalga hem rüzgar yolu biraz zorlaştırdı. Limana girdiğimizde önce tekneyi kıçtan kara bağlamak için bir yer baktık, daha çok balıkçı tekneleri vardı. Ancak tüm yerlerin balıkçı teknelerine ait olduğu konusunda uyarılınca, Alman bayraklı bir katamaranın yanına gittik ve ona demirlediği yerin bize de uygun olup olmadığını sorduk ve tam yanına 4 metreye demirleyecekken limandan bizi çağırdılar ve evraklarımız olup olmadığını sordular, biz de olmadığını ama kısa süre kalıp yolumuza saat 04.00 gibi devam edeceğimizi söyledik. Görevli olduğunu söyleyen bir şahıs bu şekilde nasıl buraya geldiğimizi ve asla duramayacağımızı söyleyerek bizi yolumuza devam etmek konusunda zorladı. Ben de bunun üzerine Melih’e yürü yavrum gidiyoruz, ilk hedef Alaçatı Marina dedim. Alman yatçıdan aldığımız hava durumu tahmini yarın rüzgarın hafif şiddette olacağı ve kuzeye döneceğiydi. Zorlu bir gece bizi bekliyordu, hazır güneyden esen bir rüzgar varken yelkenle yola devam edebilirdik. Saat 19.30 gibi hava kararırdı ve biz Fournoi (Foumi) den ayrıldık, yine cenova ile ve dalgalarla yol alıyorduk. Hava parçalı bulutluydu ve dolunay vardı. Ay ara sıra bulutlar arasından yüzünü gösterdiğinde etrafımız bayağı aydınlanıyordu, bunun dışında ise zifiri bir karanlık vardı, kendi ışıklarımız dışında bir ışık yoktu. Rotamızı yaptığım hesaplara göre 335 derece kuzey-doğuya hedeflemiştik. Daha sonra Melih Mehmet Erem’le yaptığı görüşme ile bunu doğruladı biraz daha kuzeye kayarak 350-360 a kadar çıktık. Dalgalar gittikçe irileşmişti, rüzgar da artık biraz daha serin esiyordu. Dalga ile aynı zamanda rüzgarı hesaplamak ve yelkeni doldurmak gittikçe zor olmaya başlamıştı. Saat 24.00 de yekeyi Melih’e devredip, ben uyumaya gittim. Melih tek başına battaniyeye sarınarak 01.45 e kadar devam etti, sonra ben uyandım ve tekrar yekeye geçtim, bu kez Melih dinlenmeye çekildi. Ortalama hızımız 6-6,5 nmildi. Saat 03.00 gibi çok uzaklarda Alaçatı’nın rüzgar santrallarının ışıklarını gördük. Ve 03.45 gibi sahile daha yaklaşınca tramola atarak kayan rotamızdan şimdi hafif kuzey batıya 2-3 mil seyrettik ve Alaçatı limanı koyunun girişine geldik. Orada Melih’i uyandırdım ve cenovayı topladık, motorla seyretmeye başladık. Çok sığ olduğu için bir gözümüz derinlik ölçerde, rüzgar altında seyrediyorduk. Derinlik kimi yerlerde 3 metre olabiliyordu. Korkarak ve koyu tam ortalayarak marina ağzına kadar ilerledik, Melih bu arada marinayı telefon ile arayarak bizi karşılamalarını istedi. Ve saat 04.00 gibi marinada çekek yerinin önüne (Marinada o saatte boş yer yoktu) rüzgar altında biraz acemice ve bottaki arkadaşın yardımlarıyla tekneyi bağladık. Tahmin ediyorum ki, çocuk bizim gibi acemiliği her hallerinden belli iki kişinin gecenin bu saatinde, böyle bir havada nasıl geldiğimize çok şaşırdı. Ertesi sabah tekneyi marinaya çeker ve yanaştırırken de aynı şaşkınlığı bir kez daha yaşadığına adım gibi eminim.
Açık denizde canavarız, ama demirlerken ve bağlanırken tam bir acemi olduğumuz ve daha çok deneyim edinmemiz gerektiği kesin. Onu da öğreneceğiz….
Etrafı temizledikten sonra, geride arızalı bir otomatik pilot bırakarak tekneyi terk ettik.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Alinda-Alaçatı

Mustafa Çam-Melih Ömür'ün ağzından sonradan yayınlanmış, bir LOTUS seferi...
Teknik aksaklıklardan ve gecikmeden dolayı özür dileriz!



izlemek için buraya tıklayın: http://www.vimeo.com/8051851

Gerçekten üç günde yaşantıma üç yıl eklendi diyebilirim. Nasıl mı? Anlatmaya başlayalım;

Melih’le (Ömür) ilk kez konuyu konuşmamız Eylül ayının başına rastlıyordu. Melih bana Ekim'de Mehmet Erem’in teknesi LOTUS’u Bodrum Marina'dan alıp Çeşme’ye getirip getiremeyeceğimizi sordu. Kadere bak ki aynı tarihlerde arkadaşımın ortağı olduğu Papa Joe adındaki lüks yelkenlisi ile, eğer müşterisi olmazsa o hafta sonu üç aile (1-4 Ekim) yine Bodrum’dan 4 günlük bir kaçamak yapacaktık. Ancak tekneye son 4 günde müşteri çıkınca ve teknenin günlüğü 3500 bin Euroya kiralık olunca, para bir kez daha bizi satın aldı ve program yattı. Böyle olunca zaten randevu vermediğim bu 4 gün bir anda boşa düştü. Melih’e uçak biletlerini Perşembe gününe almasını ve Bodrum’a gidebileceğimizi söyledim. Ama itiraf etmeliyim ki, önce Melih ve benim dışında birisinin daha teknede olacağını düşünmüştüm.
Geçen sene yine aynı tarihlerde Levent ve Sami ile (lise sınıf arkadaşım Levent Şensezgin) “CORE” adındaki teknelerini Çeşme’den alıp 4 kişi İstanbul Kalamış Marinaya getirmiştik. Gerçi rüzgar yoktu ve çok sakin bir havada yelken açamadan sürekli motorla yol alarak seyretmiştik, ama yine çok güzel bir duyguydu denizde olmak ve gece seyri.
1 Ekim Perşembe saat 15.00 de uçakla Bodrum’a indik ve 16.30 gibi de LOTUS’un güvertesindeydik. Niyetimiz o gece Galatasaray ve Fenerbahçe’nin UEFA kupası maçlarını izlemek ve suyumuzu doldurup sabah 06.00 gibi yakıt ikmalimizi yapıp yola çıkmaktı, ancak o gece Marina yetkililerinden aldığımız sürpriz bir haberle hareketimizin 09.30 dan önce olamayacağını, çünkü yakıt ikmalinin ancak saat 09.00 dan itibaren mümkün olduğunu öğrendik. Suyumuzu gece doldurduk (Melih sancak tarafımızdaki teknenin hortumunu,iskele tarafımızdaki teknenin musluk bağlantı adaptörünü alarak karşımızdaki teknenin bağlı olduğu musluktan doldurdu) alış-verişimizi yaptık, ama yakıt için sabahı bekledik.
Bu arada zaten hafta içinde takip ettiğimiz gibi, marinadan aldığımız son hava raporunda da iki gün boyunca rüzgarın güney-güneybatı yönünden orta şiddette eseceği, dalga yüksekliğinin maksimum 2-4 metre olabileceği bilgisini aldık. Yani her şey böyle bir yolculuk ve yelken için müthiş uygun görünüyordu.
Sabah 10.00 gibi motorinimizi aldık ve motor – yelken seyriyle yola çıktık. Akyarlar ve Turgutreis’i de geçtikten sonra rüzgar kendini hissettirmeye başladı. Rota kuzeybatı yönünde devam ettik ve yola çıktıktan yaklaşık bir saat sonra cenovaya ilave ana yelkeni de açtık ve güneybatıdan esen apaz rüzgarla yelkenimizi doldurarak motorsuz saatte 4-4,5 nm ile yol almaya başladık. Ancak tam bu sırada maalesef GPS’ imizin pili bitti (Tedbirsizlik) ve Melih in kolundaki saatte var olan GPS ile yolumuzu tayin ettik(Teknolojik arkadaşım benim). Hızımızı LOTUS’un hız ölçeri ile tam ölçemiyorduk, çünkü sürat arttıkça alet daha fazla saçmalamaya başlıyor ve 4 nm ile giderken 6 nm., 6 nm ile giderken de 8 nm. gösteriyordu, muhtemelen teknenin altında ki hız pervanesinde bir kirlenme vardı veya ters akıntı etkiliydi.
Melih ile kaptanlığı çok güzel paylaştık, o diplomalı kaptan, ben ise alaylı yardımcısı. Böylece ikinci uzun tekne yolculuğumda miçoluktan 2. kaptanlığa terfi etmiştim. Ama itiraf etmeliyim ki, dümen çoğu kez bendeydi. Bu arada yekeli bir tekne ile dümenli bir tekne arasında idare açısından bayağı bir fark olduğunu anladım. Geçen sene gittiğimiz “CORE” dümenliydi ve otomatik pilot vardı ve iş çok kolaydı. Ama “LOTUS” da yeke bayağı zor kumanda edilebiliyor. Yekenin otomatik pilot teşkilatı ise çok hassas olamıyor. Bu nedenle yeke başında olmak hem çok zevkli, hem de bayağı yorucuydu.
İlk gün yelken açtığımız saat 11.00 den itibaren koy giriş çıkışları hariç hemen her yerde yolumuza yelken ile devam ettik. Birinci gün deniz oldukça sakin ve dalgasızdı, rüzgarda ana yelkeni de açtık ve yine güneybatı yan rüzgarıyla hafif yatmış vaziyette ortalama 6-8 nm. ile çok güzel bir yolculuk yaptık. Arada burnumuzu rüzgara kaptırdığımız da oluyordu, ama sonunda ince çizgide ve dikkatli gitmeyi de öğrendik. İki kez tramola atarak yolumuzu biraz uzattık ama zevkimize zevk kattık diyebilirim, bu konuda Melih’i biraz zorladığımı söyleyebilirim.
Melih hedef adamı, hedefi koyuyor ve oraya gitmek için plan yapıyor, rüzgarı ikinci plana atıyor (GİDECEĞİ LİMANI BİLMEYEN GEMİYE HİÇBİR RÜZGARDAN HAYIR GELMEZ) diye düşünüyor ve obsesyonunu her şeye rağmen benim isteğimle bastırıyor ve beni mutlu etmeye çalışıyor, her zamanki gibi.
Ben ise yelken için rüzgarı sonuna kadar kullanmak taraftarıyım, (RÜZGAR SENİ NEREYE GÖTÜRÜRSE ORAYA GİT, AMA ÖNEMLİSİ GİTTİĞİN YERDEN VE YOLDAN ZEVK ALMAYA BAK!) ve o nedenle hedef ikinci planda, rüzgar ve yelken birinci. Neticede ikimizin de müthiş zevk aldığı tartışılmaz. Hele yolculuğumuza yaklaşık 50 dakika eşlik eden ve bize müthiş bir şov yapan yunus sürüsü ile zevk doruğa ulaştı. Yaklaşık 10-15 yunus çevremizde atladı zıpladı, altımızdan geçti, bize eşlik etti, eskortluk etti. Harikaydı, sonradan niye yanlarına atlamadık diye de çok hayıflandık, acaba bizimle yüzerler miydi? Bazen insan saçmalıyor. Ben de insanım ve saçmaladım; yunusların metal sesine daha çok gelecekleri gibi yanlış bir bilgim vardı, metale vurmam ve gürültüyle birlikte o harika yaratıklar teknemizin çevresinden çil yavrusu gibi dağıldılar ve yolculuk boyunca da bir daha görülmediler. Heyhat!!!
O gün dingin ve harika bir yolculuk sonrası Leros Adası Alinda koyuna saat 17.30 gibi girdik ve önce koyda bir tur attık. Korunaklı bir limandı, bizden başka üç tekne daha vardı, onlara bakarak teknemizi örnek bir şekilde demirledik. Bot ile sahile çıktık, kafede ev yapımı beyaz bir şarap içtik. Ancak bir gece önce biraz yorgun olduğumuz için yemeğimizi erken yemeğe ve uyumaya sabah da erken kalkmaya karar verdik. Yemek benim için domuz dönerdi, Melih içinse tavuk ızgara. Ancak oturduğumuz kafeteryadaki garson kızın bizimle Türkçe konuşması ilginç bir sürprizdi. Bulgar asıllı kız Türkiye de de bulunmuş. Bulgarca, Türkçe, Almanca ve Yunanca konuşabilen çok sevimli bir garson kızdı. İsmini sormayı unuttuk… Leros çok güzel ufak bir ada, tüm yapılar eski bakımlı ve orijinal, betonarme yok denecek kadar az. Bankadan supermarkete kadar her türlü şey var. Leros’dan GPS için pil de aldık ve ertesi gün için rahatladık.