21 Eylül 2005 Çarşamba

Sevgili Pınar dan Mykonos 2005

Bugün İstanbul’dan yola çıkışımızın dördüncü, Yunanistan yolculuğumuzun üçüncü günü.. Can sıkıntısından ve de kaptana alternatif olarak Tayfanın Seyirdefteri’ni yazmaya karar verdim. Yolculuğun başından da geriye gitmek lazım daha iyi anlatmak için.

Bu yolculuğa aylar öncesinden karar vermiştik. Ağustos ayının dördüncü haftası, bir sonraki haftanın Pazartesi ve Salı günü, 30 Ağustos ile de birleşince 11-12 günlük bir tatil. Haziran başında bir yıldır yoğun bir tempoyla çalıştığım işyerimden ayrıldığıma hiç üzülmemiştim. Ne güzel planlarım vardı, tekneyle Bodrum’a inecek, Temmuz’da iki hafta Kaçkarlar’a gitmek dışında teknede kalacaktım. Haftasonları gelenlerle Yunanistan gezisine kadar Bodrum, Datça ve etraftaki koyları dolaşıp duracak, Ekim gibi tekneyi yukarı İstanbul’a çıkartıp iş aramaya başlayacaktım. Ama bu planlar kursağımda kalarak bir ay bile işsiz kalamadan eski müdürümün ayarladığı bir telekom şirketinde çalışmaya başladım. İşsiz olduğum döneme bir de babamın ameliyatı girdi ve günler İstanbul-Ankara-Bartın koşturmalarıyla geçti, gitti.

Elimde tek gerçekleştirilebilecek tatil hayali Yunanistan kaldı. İş görüşmesi sırasında ısrarla “22-30 Ağustos arası iptal edilemez bir tatilim var, işinize gelmezse almayın” bile demiştim. Son anda da allahtan bir problem çıkarmadılar.

Yolculuk öncesi yapılacaklar listesinden,
- Rod Heikell’in Greek Waters Pilot kitabının internette nerde satılıyorsa bulunması ve alınması –http://amazon.co.uk de bulunabiliyor sadece-
- Haldun’un iPod’una Türkiye’ye uygun bağlantı kablosunun alınması –Haldun’un 4 aydır ne alacağını anlamadığının ve de alamadığının altını üç kere çizmek istiyorum. Terbiyesizlik gibi gözükecek fakat İTÜ’den neredeyse “yüksek” mühendislik eğitimi aldığını da belirtmek istedim-
- Harita programlarının kurulması ve kullanımlarının öğrenilmesi,
- Telsiz Operatörü belgesi alınması –yabancı karasularında teknede bir telsiz operatörü olması mecburi-
işleri bende. Bir de Amatör Denizci belgemi yenilemem lazım, dört yılda bir yenilenmesi lazımdı, yenileme tarihinin üstünden de iki yıl geçmiş. Ve de vize işi var.

Rod Heikell’in kitabını buldum, hayal dünyam geniş ya belki seneye de Ionya kıyılarına gideriz diye ikinci kitabını da aldım. Aslında benim gibi kitap manyağına git bir kitap al demek ne kadar doğru. İstenen kitabın ve başka kitapların da alınacağını tahmin etmek lazım.

Telsiz Operatörü sınavına da tek kadın olarak girip belgemi alıyorum. Arada Amatör Denizci belgemi de yenilettim. Artık Amatör Denizci belgesi daimi olarak veriliyormuş. Bir daha uğraşmayacağım ne güzel. Belgeleri pvc kaplattım, kaybetmediğim sürece bahtiyarım.

Haldun da dalış tüplerini ve regülatörleri tamir/bakıma verecek, inişten önce halletmek lazım. Mehmet tekneyi Çeşme’ye kadar, Haldun’da Çeşme’den Bodrum’a indirecek. Uçak biletlerini ayarlatacak. Sonra da beraber rotaya karar vereceğiz. Zaten başka da vakti yok, araya bir Almanya, bir Pakistan, bir İtalya gezisi sıkıştırıyor.

Haldun ve Mehmet teknenin ortakları. Yazlıktan çocukluk arkadaşı, liseden sıra arkadaşı, sonra komşu ve saire diye uzatılabilecek yıllardır süregiden bir ilişkileri var. Bu tür dostluklara çok özenirim. Geçen yıllar kafaları farklılaştırıyor, buna rağmen insanların aynı yönde akabilmesi ve aralarındaki bağı koruması bence çok değerli. Benim çok az insanla böyle bir bağım var. En eski, en sevdiğim ve hala görüşebildiğim insanlara dostluklarımın başlangıcı bile üniversite yıllarım. İnsanın karşısındakini kendisinin bir uzantısı, bir parçası olarak gördüğü, böyle gördüğü için değiştirmeye uğraşmadığı, sevdiği için sevdiği, küçük hesaplar yapmadığı ve insanların artık birbirinin ruhunu okuduğu, bundan da rahatsız olmadığı ilişkiler belki hala yaşanabilir. Bu tarif ettiğim şeyleri yaşadığım çok insana da kapılarımı kapattım sonradan. Yıllar işi daha değerli kılıyor. Kolay iş değil.

Mehmet Lotus’un bulunması ve alınması konusunda çok uğraştı. Bitmek tükenmek bilmez “Tekne alsak mı acaba?” diye başlayan tartışmalardan, “Gisela”ya, oradan “Yosma”ya.. Sonunda Lotus’u buldu. Lotus’u bulmak için marina marina, şehir şehir dolaştı. Bu nedenle maddi olarak yarı yarıya para koymalarına rağmen bence büyük ortak Mehmet. Onun kafasına koyduğu şeyi yapmasını beğeniyorum, en fazla kafasına koyduğu şeye yüklediği anlamlara bir itirazım olabilir. Bu konu da tartışma dışı zaten, herkes kendi anlamlarıyla kendi hayatını yaşar. Onun sayesinde bu yolculuğa çıkabiliyoruz. Ve ayrıca teknedeki yedek denizci giysileri ve “Dramamin” stoğu konusunda da müteşekkiriz doktor Mehmet Bey’e.

Haldun.. “Herkesin hayalleri var, çok az insan bunu gerçekleştirebiliyor, benimkiler plan ve gerçekleşecekler” demişti bana uzun zaman önce. Gerçekleşen kurgulardan sonra boşluğa düşen insanlardan değildir. İsteklerine ulaşmak için planlı ve sabırlı. Bu da biraz cesaret ve ne istediğini bilme meselesi. “Tekne” Mehmet’in, “tekneyle yol almak” Haldun’un çocukluk hayali.

İkisi de bu işi öğreninceye kadar ikinci el bir tekneyle başlayıp, daha sonra kendi tekneleriyle yollarına devam etmek istiyorlar. Haldun’un düşünceleri çoğu insanın hayalidir sanırım. Kendi teknesini alıp, işleri kendi kendine yürüyebilecek noktaya getirip, dünyayı gezmeye çıkacak, orada da kitap yazacak. Yapacak muhakkak, ama işlerini kime ve nasıl bırakacak ve gidecek konusu biraz muamma.

Erkeklerin tekne ile kurdukları ilişkiyi kadınlarla kurdukları/kuramadıkları/kurmak istedikleri ilişkiye benzetiyorum. Bunu seneye değiştirmek lazım diyenler var. Falancanın teknesi süper diyenler var. Hala sattıkları eski teknelerini hatırlayıp gözleri dolanlar var. Teknede yaşayıp, ama bir türlü denize açılmaya cesaret edemeyenler var. Sürekli teknesinin orasında burasında eksik bulup bütün enerjisini bunu düzeltmeye adayanlar var. Teknesini göstermeyi sevenler var. Çok isteyen sonra yük görenler var. Bir köşecikte unutanlar var. Kızım diyenler var. Sevgilim diyenler var..

LOTUS 20 yaşında bir Beneteau First32. 10.5 mt. Eski sahibi çok seviyordu, ve çok çok iyi bakmış. Sattıktan sonra Mehmet’in “Arada uğrayın beraber gezeriz” teklifine rağmen, “görmeye dayanamam” dedi ve bir daha uğramadı. Lotus yeni sahipleri için de “sevgili” olan bir tekne. Mehmet ayrı kalmaya dayanamıyor. Haldun tekneye her gidişinde sevgilisiyle buluşuyormuş gibi heyecandan ayakları yerden kesiliyor.

Mustafa ve Naife teknedeki diğer çiftimiz. Haldun yalnız gitmek konusunda kendine ve bana güvenmiyor. Denizci olmasa da teknede bir erkeğin daha bulunmasını istiyor. Gerçi tükenme noktasına gelen “denizci” bir erkeğin “ben yatmaya gidiyorum” deyip çekip gidişini de yaşadı ama, psikolojik olarak kendini daha güvende hissedecek. Ben de sanırım yalnız olursak sürekli onunla ilgilenmem gerebilir, bir de ruhumun tatilde kaldırmayacağı aptal tartışmalara gireriz diye korkuyorum.

İkimiz de Mustafa’yı AuraPera’dan tanıyoruz. Barda tanıştığın birinin muhabbetini, ve nasıl içtiğini biliyorsun sadece. Tatile gitmek riskli, biliyoruz ama, tekneyle tatile gitmek çok yakından tanıdığın insanlarla bile riskli zaten. Mustafa, İngiltere’de okumuş (bu vurgu ilk günkü olaylarla anlaşılacak), IT’ci ve kriz öncesi bankacı, “security professional” bir arkadaşımız. Biz tanıdığımızda krizle beraber işsiz kalmış, sevgilisi terketmişti. Şimdi bir işi var ve bir de Naife.

Naife’de az buçuk bildiğimiz kadarıyla bir şirkette programcı olarak çalışıyor. IT’cilerin çoğu gibi bir café açmak, bir şekilde kendi işini yapmak istiyor. İlk izlenimim tuttuğunu kopartır biri olduğu. Mustafa ne kadar rahat, sakin bir tipse, Naife dişli gözüküyor. Naife’yi hiç tanımıyoruz, beni biraz endişelendiriyor. Mustafa ile zaten kavga etmek imkansız, ama Naife bir bilinmez. İnsanları en iyi yolculukta tanırsın, hele 10.5 metrelik bir teknede tanımamak imkansız.. Göreceğiz. İkisi de denizi ve denizde olmayı seviyorlar, bu en güzeli.

Vize işlemlerini Naife, Mustafa, ben beraber yaptık. İşadamı Haldun Bey’in yıllık vizesi var. Diğer konsolosluk deneyimlerinden bildiğimiz kadarıyla kapıda numara veren kişi ve içerde görüşmeyi yapan kişi farklı olur. Ama burada yanlış düşünmüşüz. Yunanistan Konsolosluğu’nda işleri yavaşlatmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Sabah 6:00’da git kuyruğa gir, 9:00’a kadar bekle sonra bir görevli gelip, sorular sorup numara dağıtsın. 9:00 dan sonra ertesi gün gelmek gerekiyor. Sonra da tek tek saatler süren görüşmeye çağrıl. Ve kapıdaki adam ve içerdeki adam aynı olsun. Ahiret soruları sorsun dursun.

Mustafa’nın ön görüşme sırasında beni göstererek “arkadaşların teknesiyle bir haftalık bir tatil” demesi başımızı çok ağrıttı. Bizim tatilimiz on günlük, adam içerdeki görüşmede tutturdu “Denizin ortasında nasıl olacak da sen on gün tatil yaparken diğer arkadaşlar nasıl yedi günde dönecek, tekneden uçak mı kaldıracaksınız” diye. Ben 3 aylık vize almak istiyorum. Belki arada bir haftasonu falan daha gideriz diye düşünüyordum. Neyse sonuçta 20 günlük vize aldık hepimiz. Sinir oldum.

Rota olarak iki planımız var. Birincisi orta Ege adaları, asıl hedef Mykonos adası olacak. Diğer plan alt Ege adaları, asıl hedef Santorini adası. Dodecanesse’den Cyclades’e doğru bir rota izleyeceğiz. Dodecanesse bildiğimiz OnikiAda, Cyclades ismi de çemberden geliyor. Antik çağların kutsal adası Delos’un etrafındaki çembere yerleşmiş adaları ifade ediyor. (İlk C’yi bizimkiler bilinçli veya bilinçsiz bir yanlışlıkla S yapıyorlar, ama Kiklades diye okunuyor).

Ben ikinci planı daha çok istiyorum. Volkanik bir patlama sonrası bir süre su altına battıktan sonra, ikinci bir patlamayla tekrar su üstüne çıkan Santorini adasının jeolojik yapısı çok etkileyici bence. Bu adanın antik çağların Atlantis’i olduğu neredeyse kesin. Rota üzerindeki hiç sinek yaşamayan, volkanik Nsyros adası ve adanın trek rotaları da bana daha ilginç geliyor. Hatta öyle hiç kalabalık adalara gitmesek, ıssız adalar etrafında dolaşsak dursak da olur.

Yolculuktan bir hafta önce hep beraber oturup nasıl bir rota izleyebileceğimizi konuştuk. Ancak Mehmet’in teknenin Bodrum’a değil, Çeşme’ye bırakılması ısrarları ile Mustafa ve Haldun’un Mykonos’un çıplaklar plajları, çılgın gece hayatı merakı birleşince fazla bir söz hakkı kalmadı. Naife’nin Mustafa’ya “Ben sana çıplak plajlarını öyle bir seyrettiririm ki görürsün Mustafacım” tehditleri bile sökmedi. Neyse Mykonos yakınındaki antik Delos adası da enteresanmış. Zaten denizde olmak yeter.

20 Ağustos 2005, Cumartesi – İstanbul, Yalıkavak

Cumartesi günü öğleden sonra uçakla Bodrum'a geldik.

Mehmet nasıl yaptıysa artık cankurtarma yeleğini giymiş, birşeyle uğraşırken –bu arada da tekne demirliymiş- yanlışlıkla suya düşüvermiş ve suya düşmesiyle beraber beklendiği gibi yelek şişivermiş. Benim içimdeki şeytan test etmek için yaptığını söylüyor, ama Haldun’a makul bir hikaye anlatmış. Gider ayak bir de yeleğe tüp işi çıktı. Haldun bu tip yelekler için kullanılan iki farklı tüp var hangisi olduğunu bilmediğinden, ikisinden de almış. Tüpler uçağa binerken sorun çıkardı.

Uçakta kaza anında yapılacakları anlatan hostes “yeleği giyip ipi çekerseniz yelek şişecek ve suda yüzmenizi sağlayacak” dediğinde, uçağa almamak için o kadar tantana kopardıkları tüplerden koltukların altında bir sürü olduğunu farkediverdik. Haldun “Aslında bu yelekler teknede de kullanılabilir” dedi. “İstersen bir tane alıp bakalım”, dedim, inanmadı, “Alabiliyorsan al tabi”, dedi. “Ne var ki canım niye alamıyım, istiyorsan alırım” diyerek, koltuğun altındaki poşeti çıkartıp yere koydum. O hala inanmıyor. Uçaktan inerken yukarıdan sırt çantamı isteyip, poşeti çantaya attım.

Ahmet ve Duru bizi yolda Torba sapağından karşıladı. Ahmet Haldun’un bir diğer çocukluk arkadaşı. Duru tesadüfen dayımın ortağının kızı, çocukluğunu biliyorum. Ahmet ve Duru yaz başında evlendi. Bodrum’a tatile gelmişler. İstanbul’da görüşemeyen insanlar nerelerde buluyor birbirlerini.

Geldikleri sırada biz de aldığımız yeleği inceliyorduk. Seneye kontrol zamanıymış, en geç bir sene içinde eksiği tamamlarlar. Vicdanımı rahatlatmak için söylemiyorum, vicdan meselesi yapılacak bir mevzu olsa almazdım. Ayrıca uçak düşse yelek ne işe yarayacak? Düşen bir uçaktan yelek sayesinde kurtulan kaç kişi vardır? Böylece her uçak seferi sırasında anlatılan bu yeleğin nasıl kullanılacağını da bir gün lazım olursa, kurtulmayız ama öğrenmiş olduk. Teknede işimize yarayacak.

Ahmet'in babasının üstü açık neydi o vahşi hayvan isimli araba.. Jaguar'ıyla gelmiş.. İki kişilik bir araba. Ahmet şöfor koltuğunda, yanında da Haldun. Arka koltukta oturmak mümkün değil, Duru’yla kemiklerimiz birbirine geçti. Önde beyler hava atarken biz arkada iç içe geçmiş sefil böcekler şeklinde Bodrum sokaklarında turladık. Döviz bürosu bulmamız gerekiyor. Yolda Haldun hemen uçaktan yelek aldığımızı anlattı. Ahmet klasik önce eleştirdi, sonra “Aaa bir daha uçak yolculuklarında biz de alalım, madem tekneye lazımmış” noktasına geldi.

Bizi Yalıkavak'daki Deniz Hasan Usta'nın restoranına götürmeyi planlamışlar. Mustafa ve Naife Bodrum’a sabahtan otobüsle geldi, sabahtan tekneyi bulup, yerleşip erzak alışverişini halletmişler. Telefon açtık, onlar da geliyor. Duru’yla ben arabadan indiğimizde yürüyemiyorduk. Neyse ki yemek faslı güzeldi. Çok rüzgar vardı, biraz üşüdük. Mustafa meğer Jaguar hayranıymış. Ahmet’le ikisini arabayla tekneye yolladık, biz taksiyle döndük. Çok güzel araba, ama o arabada bir kere daha arka koltukta oturmaktansa 10 km de olsa yürümeyi tercih ederim.

Sonra ben tekneye girer girmez kanepenin üstünde sızıverdim. Ayıp oldu biraz ama.. Onlar ne yaptılar bilmiyorum. Başaltına biz yerleştik. Kıçaltına da Naife ve Mustafa..

İLK GÜN 21 Ağustos 2005, Pazar – Yalıkavak, Kos

Yalıkavak Marina’dan çıkışımız kahvaltı uzadığı için biraz geç oldu. Daha önemlisi sabah kalktığımızda Naife cüzdanını kaybettiğini farketti, ararken biraz vakit kaybettik. Taksi durağına gittik. Taksiciyi hemen buldular, iş için bir yere gitmiş, telefon açtılar, yirmi dakika içinde geldi. Akşam yemeğe gelirken bindikleri taksici. Adam iyi bir adammış içinde 500 euro ve 20 dolar ve de kredi kartları ve bütün kimlikleri bulunan cüzdanı hemen teslim etti. Bu sevinç üzerine Naife bize kahvaltı ısmarladı. Engin uzun kahvaltı sırasında Mustafa ve Haldun’un “Ne acelemiz var abi, biz bu tatile keyif için çıkmadık mı”, “Evet abi” sözleri yolculuğumuzun mottosu oldu, tembellik yapılan her anda tekrarlandı.

Eksik alışverişleri yaptık. Ben kısacık dalgalı saçlarla rüzgar ve tuzdan medusa gibi dolanmamak için 2.5 milyona turuncu bir bandana aldım. Naife ve Mustafa teknedeki kahvaltı için “Çaydanlık” eksiğini tesbit edip bu işi halledeceğiz diye ayrıldılar. Teknede su ısıtmak için çok güzel birşey var halbuki.. Ellerinde kocaman porselen demlikli bir çaydanlıkla geldiler. Ağlamak istiyorum “İncultere’de çay böle demlenirmuş”. Şaka bir tarafa, arkadaşımız Mustafa aslen Doğu Karadeniz eşrafındanmış. Naife ile en iyi anlaştıkları konu kahvaltı ve çay keyfiymiş. Süper çay yapacağız deyip, ortaya tomurcuk çay, Rize çayı, bergamotlu bişeyleri çıkartıp ve de bunları harmanlayacağız dediklerinde Haldun ve ben birbirimize bakakalmıştık zaten. Porselen çaydanlığı görünce durumu siz düşünün. 10.5mt’lik Lotus’cuğu arkadaşlar mavitur guletleriyle mi karıştırmıştı acaba? Yanlış insanlar mıydı? Neyse, çok üstünde durmadık, dalga dökülme saçılma olayıyla porselen demliğin imkansızlığını görecekler diye düşündük.

Yalıkavak Marina yeni ve güzel, Turgutreis’i bilmiyorum. Bölge halkı koca duvarlar yüzünden denizin görülmesi engellendi diye sinir oluyormuş.

Cankurtarma yeleğine hangi tüpün nasıl takılacağını bulma işini de Haldun bir süre uğraştıktan sonra bana verdi, zor değilmiş. Galiba tamir, elektrik, elektronik ve ıvır zıvır işlerini benden daha iyi anlayan bir sevgilim, bir ev arkadaşım falan hiç olamayacak benim. İnsan kendini zeki hissediyor. Allahtan Haldun zeki insanlardan korkan kompleksli biri değil. Yine de tartışmalarda konuya farklı boyutlardan yaklaşıp, çok uzatmamak gerektiğinin farkındayım.

Bu arada Haldun iPod şarjı için aldığım kabloyu getirmeyi unutmuş. Ayrıca iPod’u kapatmayı da unuttuğu için aletin şarjı bitmiş. Gerçekten çooook üzüldü. Neyse benim notebook var, usb şarj var. Motorla giderken notebook’dan şarj edebiliriz. Mehmet’in teknede bıraktığını söylediği ana program dışındaki ikinci cd haritalar tekneden çıkmadı. Kurduğum programda Boston civarı haritaları var, ne hoş. Harita almak gerekiyordu, teknede elektronik aletlere bağlılık bana hiç güven vermiyor.

Harita cd’lerini ararken, harita masasının altının bir vakit su içinde kaldığını, içerdeki bir sürü şeyin paslandığını, bazı haritaların ve Mehmet’in denizci belgesinin kullanılmaz hale geldiğini görüyoruz. Minik bir temizlik operasyonu yaptık.

Bu arada Mehmet’in Haldun’a doğumgünü hediyesi olarak aldığı, teknemizin yeni fırınını ilk defa görüyorum. Çok güzel. Yalnız ocağı yaktıktan sonra aşağı doğru bastırmak gerekiyor. Ben açar açmaz farkettim. Tekneyi Bodrum’a indirirken düğmesi bozuk diye elleriyle saatlerce tutarak kullanmışlar.

Tuvalette klozete su basma mekanizması değişmiş. Su basma mekanizması diye birşey kalmamış demek daha doğru olacak. Bir vanayı açıyorsun yerdeki bir hortumdan su akıyor. Bunu seyir halinde kullanmak imkansız. Yanına bir su şişesi koyarak sorunu çözüyoruz.

15:00 gibi Yalıkavak Marina'dan çıktık. Rüzgar 7-8 Poyraz, dalga 1.5-2 mt. Dalgalı bir yolculuktan ve yediğimiz Eti Keklerden sonra -ben aldığım dramamin yüzünden diyorum-, herkesi deniz tutarak, akşam 19:00 sularında Kos'a ulaştık. Yine de sevimli bir yelken seyri oldu.

Türkiye’den resmi çıkış yapmadık, direk Kos’a geldik. Kos’a iyice yaklaşınca Yunan bayrağını gurcataya çektik.

Kos Marina sevimliydi, baştan Yunanistan'da yabancılara karşı problem yaşayacağımızı düşünüyorduk. Ama çok iyi davrandılar. Marina’da geceleme 16.78 Euro, elektrik, su ücretsiz. Elektrik için bağlantı kablosu almak gerekiyor, ellerinde kalmadığından elektriksiziz. Kos Marina’da wireless internet var, hava durumu sayfaları ücretsiz.

Marina’da Fransız bir çift Haldun’la konuşmaya başladı, 6 mt’lik bir teknelerini feribota atıp Yunanistan’a gelerek, Yunanistan’da teknelerini suya indirip adalar arası tekneleriyle geziyorlarmış. İnanılmaz geveze çıktılar, adam sanki yıllarca ıssız adada kalmış Fransızca konuşmak için ölmüş.

Akşam Customs ve Immigration Police arasında biraz mekik dokuduk. Pasaportları onaylatmamız ve teknenin resmi girişini yapmamız gerekiyor. Ama işlerin bir kısmı ertesi güne kaldı. Customs da dev gibi olan yaşlı adam enteresandı. Odaya girer girmez “sit down sit down” falan diyerek hepimizi biryerlere oturttu, sonra inanılmaz bir ağırlıkla evrakları inceledi. Odadaki boş kahve fincanları dikkatimi çekiyor. Bizdeki devlet dairelerinde çay bardakları olması gereken yerlerde boş kahve fincanları var. En çok kahve içiyorlar, Türk kahvesinin ismini değiştirip “Greek coffee” yapmışlar. Immigration Police’deki adam Mustafa’nın pasaportunu incelerken, geçen sezon internet bahislerinde Trabzonspor’a oynayıp ve iyi para kazandığını ve bu yüzden Trabzonluları da sevdiğini anlatıyor.

Customs Office’de 30 Euro veriliyor, Transit Log alınıyor. Sonra Port Police’e giderek işaretletiliyor. Resmi işlemler yol iz sormaz beyler yüzünden yürümeler de dahil 1.5 saat sürdü. Bunun dışında kimse bir aksilik çıkarmadı, tüm işlemleri kibarca ve hızlı bir şekilde yaptılar. Port Police akşam kapanıyor. Gittiğimizde kapanmıştı. Immigration “teknik olarak” 24 saat açıkmış. Port Police ve Customs Office sabah 8:30’da açılıyor.

Artık teknede sıcak duş yapamayacağız, seyir sırasında ısınsın diye yukarıya koyduğumuz sıcak su torbası denize uçtu.

Akşam dışarda yemek yedik. Daha doğrusu ben müstesna, diğerleri dışarıda yediler. Ben duş almayı tercih ettim. Marina’da duşlar 22.00’ye kadar açıkmış, az gecikmişim ama girmeme izin verdiler. Bu arada Yunanistan’da Türkiye ile aynı saat diliminde.

Sonradan diğerlerine yetişip, ucundan Haldun’un domates dolmasından, Mustafa’nın süzme yoğurt, bal ve cevizli tatlısından yedim. Daha sonra Naife baklava söyledi. Baklavaları eski Bartın, Safranbolu baklavalarına benziyor. Daha çok Safranbolu, orada baklavayı Bartın’a göre daha kızarmış yaparlar. İstanbul'daki gibi ince ve küçücük kesilmiş değil, kocaman ve baklava dilimi tabirine uygun kesilmiş. Bir fark, tarçın katmışlar. Naife sevmedi. Bence güzeldi.

İKİNCİ GÜN 22 Ağustos 2005, Pazartesi – Kos, Pserimos, Kalimnos

Tabii ki kimse sabah 6.30’da kalkamadığı için ben kendi başıma Kos sokaklarını turladım. Hipokrat Kos’da yaşamış. Hipokrat Ağacı bin yıllık kocaman bir çınar, caminin bahçesinde, caminin ismi Loggia olabilir. Caminin yan duvarında konmuş aslan figürü şimdiye kadar gördüğüm en güzel şey. Tam karşıdan yüzünüze bakan bir aslan figürü, düz bir yüzeyde. İki boyutlu gibi. Bakıldığında ilk anda aslana benzemiyor, gölgeleriyle asıl figür farkedildiğinde inanılmaz güzel. Eski bir tapınaktan söküp caminin duvarında kullanmışlar. Fotoğrafını çektim, kıvrımlarına dokundum. Param olursa birgün aynısından yaptırıp, evimin ortasına koyacağım, günlerce, belki yıllarca seyredebilirim.

Kos kızları çok güzel ve de çalışkan. Kıvırcık saçlı insanları acaba anneme benzettiğim için mi güzel buluyorum acaba.. Sabahın en erken saatlerinde ben yürürken, neredeyse bütün kadınlar erkenden kalkmış dükkanları açıp temizlik yapıyorlar, çalışan bir tek erkek yok.

Yolda sokak satıcısında gördüğüm süngerler de çok güzel. Değişik derinliklerden değişik şekillerde çıkmış. Hepsinden birer tane almak istiyorum, ama bu ilk ada, diğer adalarda da mutlaka bulurum diye düşünüyorum. Yanlış düşünmüşüm, almak lazımmış.

Şehrin iki kocaman camisi kullanılmıyor ama konum olarak şehirin iki büyük meydanındalar. Adadan Osmanlı’nın izlerini silmek kolay değil. Bu bölge 1522’den 1912’ye kadar Osmanlı toprağı. Oradan Antik Agora'ya, oradan Dionysos'un Altarına ve sonra da Casa Romana’ya gittim. Döndüğümde saat 9:00’du, hala herkes uyuyordu. Sonra zar zor milleti uyandırarak kahvaltı hazırladım. Mustafa ve Naife duş almaya gittiler, Haldun geminin evrakları ile liman polisiyle işlerini halletmeye yollandı. Liman polisine 16 Euro bayılmış. Bir sonraki gelişimizde bu detaylarla da uğraşmamaya karar verdik.

Kahvaltıdan sonra banyo, temizlik, harita almaca işlerinden sonra 12:00 gibi Kos Marina dan ayrılarak, benzinciye yöneldik. Depoyu, yedekleri doldurduk 20 Euro. 12:30’da benzinciden ayrılarak Kalimnos’a doğru yola koyulduk. Rüzgar 5, Poyraz, dalga 1.5 mt. Yola çıktıktan yarım saat sonra yelken açtık, ama zorlamaydı, zaten 1 saat sonra hava kaldı, motora geçtik. Üzülecek birşey yok iPod ve telefonlar şarj edilebilir.

Bu arada Kos’da Turkcell ve Telsim çekiyor. Roaming’e girmeden konuşulabiliyor. Ben tatilde kimseyle konuşmak istemediğim için telefonum kapalı hep. Ayrıca babamlara da Yunanistan’a gideceğimi söylemedim. Tekne ile Yunanistan’a gitmem babamın aslında çok hoşuna gider eminim, ama sorumlu bir baba olarak “ne lüzumu var”, “kimle”, “nasıl”, “işe de yeni girdin ne tatili” diye ömrümü yiyecek. Üç günde bir kısacık arayıp çok yoğunum, işler çok kusura bakmayın diyeceğim, zamansız arayıp dalga sesi duymalarına gerek yok.

Yolda tatile başladığımızdan beri üç gün geçmesine rağmen denize girememenin acısıyla tantana yapınca Pserimos'ta 15:00 gibi mola verdik. Poyraza karşı 4 metreye demirledik. Deniz ve demirlediğimiz koy çok güzeldi. Bizden sonra bir tekne daha geldi. Teknenin demiri taradı, az daha üstümüze çıkıyordu. Mustafa ile kıyıya yüzdük. Naife uyuyordu. Haldun iş görüşmelerinden gelemedi.

Daha sonra ben Haldun’u almaya tekneye gittim. Havluları alıp sahilde güneşlenelim dedi. Hep beraber herşeyi toparlayarak sahile gittik. Ben daha önce bir iki tur poşetle kitap, havlu, bira falan taşımıştım kıyıya. Bu sefer eşya ve yiyecekleri zodyağa doldurduk. Uzun bir mola verdik. Bu coğrafyada yaşıyor olmanın güzelliği, medeniyetlerin beşiğinin burası olması, bu toprakların bereketi ve uygarlığı zorlayıcılığı, felsefenin ancak bu topraklarda gelişebileceği, antik çağda burada yaşamak, incir ağacı altında oturup felsefe yapmak.. üzerine derin konuşmalara daldık. Çok özel ve güzel denizlerde ve topraklarda, Ege’de olmaktan, dünyaya bu coğrafyada gelmiş olmaktan sevinç duyduk.

Biz oradayken bizim günü birlik turlara benzeyen bir tur teknesi geldi. İçi tıklım tıklım insan doluydu. Kalabalığa inanamadık. Daha sonra Mustafa ve Naife’nin çay krizi tutarak özel harmanlanmış, bergamotlu çaylarından demlediler. Bunlar tencere ve kapak, nasıl bulmuşlar birbirlerini, ama çay da güzel allah için. Çay ve yemek faslından çıkışımız 19.30 u buldu.

4 saat sefa sürdükten sonra güç bela kalkarak, Kalimnos’a 21.30 gibi ulaştık. Motorla.

Hava kararınca kıç borda fenerinin lambası yanmadığı için biraz stres yaşadık. Yerine kullanmak istediğimiz fener de çalışmadı. Mehmet teknede herşeyi çalışır bıraktığını söylemişti ama, yine de kontrol etmek lazımdı.

Kalimnos Vlikadia’dayız şimdi. 6 mt’ye demirledik. Vlikadia taverna ve evlerin olduğu küçük bir fiyord. Sakin bir yer. Bizden başka 2 yelkenli daha demirlemiş, demir fenerlerini yakmamışlar. Biz de yakmadık.

Düşündüğümüz kadar korunaklı değil. Rod Amca kitabında dikkatli olun demir tarar burada diyor.

Akşam yemeğinde domatesli makarna var.

ÜÇÜNCÜ GÜN 23 Ağustos 2005, Salı – Kalimnos, Leros, Patmos

Bugün sabah 7.30 gibi teknenin dışında, insanlar uyanıncaya kadar kitap okudum. 9:00 civarı Mustafa kalktı suya atladı. Suya atlamasıyla nasıl oldu bilmiyorum demir taramaya başlamış, kafamı çevirdiğimde kayalıkların yanına gelmiştik. Haldun'u uyandırdım o motoru çalıştırdı. Sonra kayalara atlayarak tekneyi itmeye çalıştı. Zaten demir tekneyi belli bir mesafede tuttuğu için tekne kayalara çarpmadı. Ben dümende, az yol vererek tekneyi kayalıklardan çıkardım. Tekne hiçbir yere değmeden o kayalıklardan çıktı. Anlaşılır gibi değil. Demiri topladık. Hazır motor da çalışmışken, bu da bize bir işaret durmayalım gidelim dedik. Yolda kahvaltı ettik. Poşet çay yapmama bozuldular biraz. Bende onların tekne içinde sigara içmelerine bozuluyorum ne yapayım. Seyir esnasında da porselen demlik fantazisi çekemeyeceğim.

Leros'a kadar gittik. Yelken açmaya çalıştık ama rüzgar olmadığı için bugün hep motor ve sağolsun otopilot ile ilerledik. 12.00 de Leros'ta mola verdik, 6.5 mt demir. Maske ve paletle yüzdüm. Kıyıda bir keçi ve bir eşek var, onun dışında bomboş.

Arada Haldun yanmayan borda fenerinin ampulünü değiştirdi.

14.30 gibi Leros’tan ayrılarak Patmos'a doğru yola çıktık. Patmos'a saat 18:00 civarı geldik. Demir ve kıçtan kara yaparak Skala Patmos limanına bağlandık. Karadaki bir çift bizim gelişimizi bekledi ve bize yardım etti. Haldun halatı önce denize, sonra adamın tam suratına attı. Karaya çıkıp çöpleri attık. Fuelci tesadüfen oradan geçiyormuş mazotu doldurduk, 20 euro tuttu.

Naife’yle yürüyüş yapmaya çıktık, biraz bacaklarımız açılsın. Daha sonra Haldun ve Mustafa da katıldılar. Tuvalete gitmem gerektiği için bir yere zoraki oturup frappe (Yunanistan’ın meşhur soğuk kahvesi) içtik, tekne dışında tuvalet kullanmanın reklamı yapınca diğerleri de kuyruğa girdi. Frappeler bitince şehri keşfimize devam ettik. Dükkanlar çok şirin. Bizans yolundan tepedeki Manastır'a yürüdük. Manzara çok güzeldi, yukarı tırmandıkca şehir merkezi neredeyse iki adayı birleştiren küçük bir toprak parçası gibi kalıyor. Işıkların iki tarafındaki denizde güneşin batışı muhteşem.

Havayı iyice kararttıktan sonra dönüp aşağıda yemek yedik. Dışarda oturuyoruz, masaları koydukları yerin karşısındaki duvar yasemin kaplı. Çiçek kokuları baş döndürüyor. Kalamar ve ahtapot çok güzeldi. Zeytinyağlı dolmayı sıcak servis yapıyorlar. Bir de domates salatası söylemiştik, evlere şenlik birşey geldi. İki domatesi ortadan dörte bölmüşler, üzerinde ne yağ var, ne limon. Ben yine yemekleri beğendim. Naife pek beğenmedi. Burada sanki yabancı bir memlekette değil de, evimde yemek yiyormuşum gibi hissediyorum. Amasra/Bartın mutfağı buraların mutfağına mesela Adana/Antep mutfağından çok daha yakın.

Daha sonra tekneye geldik. Ben ertesi gün için minik planlar yaptım.

Patmos Atos yarımadasından sonra Ortodoksların en önemli ikinci yeri. Aziz Yohanna (St. John) Manastırı yüzünden. Aziz Yohanna M.S. 95 yılında, Roma imparatoru Domitian tarafından Efes’den Patmos’a sürülmüş. Aziz Yohanna Apocalypse’i burada kaldığı bir mağarada yazmış (Book of Revelations). Daha sonra Hristiyanlar kale gibi bir manastır yapmışlar içerideki hazinelerini korsanlardan korumak için.

Kahvaltıdan hemen sonra demiralmayı planlıyoruz. Şimdi uyuyacağız.

DÖRDÜNCÜ GÜN 24 Ağustos 2005, Çarşamba – Patmos

Bugün planlarımı uygulayabildim. Mykonos’a daha çok yolumuz var.

Saat 6:30 da kalkıp, 7:00 olmadan yola çıktım. Mustafa da uyandı, benle beraber gelmek istedi ama Naife “sabahın körü, kargalar bile kalkmadı, yat çabuk” şeklinde asabiyet yapınca, ben beklemeden çıktım.

Haldun da sabahları yataktan kalkmayı hiç sevmez. Uykuyla uyanıklık arasında en sevdiği şey sarılıp miskinlik yapmak. Kedigiller familyasından bir adam. O miskinliğin içinden o hareket, hız ve enerji nasıl çıkıyor, o enerjiden o miskinliğe nasıl geçiliyor başka türlü izah etmek mümkün değil. Gerekmedikçe enerji harcamaz. Ben çok nadiren yapabiliyorum. Uyanır uyanmaz yataktan kalkasım gelir benim, öyle tekrar tekrar uykulara dalamam. Yataktan kalkmak için yanındaki insanın uyanmasını beklemek işkence birşey. Haldun bir zamanlar acıklı sesle “gitmeee” derdi. Şimdi “ben gidiyorum, ben gelene kadar yataktan çıkma, gelince seni uyandırıcam..” şeklinde mutlu bir formülasyona çevirdik.

Kastelli’ye (Ancient bilmemne) gittim, gitmeye çalıştım, bu Yunanlıların yol okları turistlere acı çektirmek için konmuş. Yolun başına “buradan” diye bir ok koyuyorlar 50 metre sonra o yol ikiye, bazen üçe ayrılıyor ama 300 metre sonra “buradan devam” diye bir ok daha var. Artık doğru istikameti buluncaya kadar, yürü babam, allah kerim yürüyorsun. Allahtan şehir bölge sağduyum geniş, antik bilmemne olsa olsa şu taraflardadır diyerek, sonuna kadar doğru yolda ilerledim. Sonra yol bitti, keçiler ve bir çobanla karşılaştım. Adama İngilizce yol sordum bana bir istikamet gösterdi. Bence İngilizce bilmiyordu. İlerledim durdum. Dağ bayır gittim. Sonra başka bir keçi sürüsü görüp, köpek havlamaları duyunca tırsarak geri döndüm. Yolda bir Fransız teyze de bana yolu sorarak, “Ben bulamadım, sana hayırlı yolculuklar” demişti, ama sonuçta ben de bulamadan dönmüş oldum.

Daha sonra Aziz Yohanna'nın Apocaliypse'i yazdığı mağara manastıra gittim. Manastır saat 8:00 de açılıyor, 13:30 da kapanıyor. Girişte sabahın köründe benimle beraber bekleyen bir Yunanlı çift vardı. Onlar önde ben arkalarında dolaştım. Kadın girerken elini öpüp eşiğe dokundu. Sonra ortalıktaki bir sürü nesneye bu şekilde öpücük kondurdu.

Aziz Yohanna bu mağarada yaşamış, daha sonra etrafına manastır kurmuşlar. Tepede bir yerde. Mağara Aziz Yohanna’nın zamanında kullandığı şekliyle bırakılmış. Yüzyıllar önce bir insanın orada nasıl yaşadığı gözünüzde beliriveriyor. Küçük mağaranın pencere olarak kullanılan boşluklarına yaklaştığınızda çok etkileniyorsunuz. İçerdeki karanlık ve loşluktan, yukarıdan masmavi parlak deniz manzarası ve kayalıklar gözüküyor. Manzara insana kainat üzerine ilahi şeyler yazacak gücü verecek cinsten.

Oradan Hora denen daha yukardaki kale gibi olan manastıra eski Bizans yolundan yürüyerek çıktım. Yukarıda da manastırın etrafında yaşayan insanlar ve evler var. İlk manastırda benimle açılış saatini bekleyen Yunanlı çift ile birlikte ikinci manastıra da girdik. Kafamdaki turuncu bandana yüzünden sanırım, beni Polonyalı sandılar. Onlar Atina’dan gelmiş. Acaba Türk olduğumu söyleyince bozuldular mı?

Dönüşte fırından zeytinli ekmek alarak tekneye geldim. Mustafalar da yola çıkmışlar, ben beklemeden birşeyler yedim. Haldun’da nihayet kalktı o da yemek yerken Mustafa ve Naife geldiler.

Beklenen son.. Kavga patladı. Naife’yle birbirimize girdik.

Onlar oturup kahvaltı etsinler zaten hemen yola çıkacağız, bende o arada buzdolabını temizleyeyim diye düşünüyordum. Kıç kadar tekne zaten. Allahım yine demleme çay yapacakları tuttu.. Naife anladığım kadarıyla sabahın köründe kalkıp yürüyorum, Mustafa da gitmek istiyor diye sinirlenmiş. Sonra Mustafa onu saatlerce yürüttü diye ikinci bir sinir yaşamış. Manastır’a da çıkamamışlar. “Otur sen ben çay koyarım sana” deyince, artık hangi tonda söylediysem, sinirlenip dışarı çıktı.

Herşey çok anlamsız. Ben de onları bırakarak, ilerdeki 70 yaş üstü plajda yüzmeye gittim. Bu Yunanlıların yüzme adetleri de saçma ötesi, kafalarında bir şapka suya giriyorlar, boyunlarına kadar suyun içinde, manda tarzı bir yavaşlıkla 5-10 mt mesafede kıyıya paralel saatlerce çömelmiş yürüyerek gidip geliyorlar.

Tekneye döndüm. Çok güzel klasik müzik sesi geliyor. Dışarda oturuyorum, Haldun aşağı çağırıyor. Mustafa meğer İngiltere yıllarını klasik müzik uzmanlığı da edinerek geçirmiş. Off ya, ben konuşmaya başlayınca Naife dışarı çıktı, sigara yaktı, dayanamadı içeri girdi, surat beş karış, sonra odaya girerek çantasını toplamaya koyuldu, ilk uçakla İstanbul’a dönecekmiş. Yaaa ne yaptım ben, söyleyecek hiç birşey bulamıyorum, niye sinirlendi ki bana. Ben öğlene kadar yataktan kalkmıyor diye kimseye sinirlenmiyorum ama..

Haldun benim adıma özür diliyor. Bunu onunla bir kavga malzemesi yapacağım. Özür dileyecek birşey yok, yanlış anlaşılma oldu unutalım diyelim geçsin yani, benim adıma ne hakla özür dilersin.. Bu salak Haldun özür dilediğim çok az insandan biri olduğunun farkında bile değil. Hatta ondan ne çok özür dilemişim, böyle yapmamalıymışım diye ukalalık bile yapmıştı hatırlıyorum da, sersem. Bilse ki çocukluk yıllarım özür dilemediğim için aldığım cezalarla dolu. Halbuki kardeşim ne kolay söyler “Özür dilerim anneciğim” diye, bense “Kızacak ne var anlamadım, niye kızdın” diyip çileden çıkartırım insanı. Karşındakinin sinirlendiği noktada özür dilemek abes birşey bence. Ben ancak birini gerçekten üzdüğümü hissettiğimde, üzüntüsüne üzüldüğümde özür dileyebiliyorum. Bendeki “özür dilerim”in tercümesi, “hata yaptım affet” asla değil, “seni üzdüğüm için üzgünüm”. Şu durumda da Naife bence benim yaptığım, söylediğim birşeye üzülmüş değil, resmen bana sinir olmuş. Bana öyle geliyor. “Sinirine dokunduğum için özür dilerim, affet” mi diyeceğim yani?

Neyse sonra, küçücük tekne aslında gerilmiş olabiliriz, bundan sonra daha dikkatli olalım, alınganlık yapmayalım, büyüklük sende kalsın vs. diyerek bir şekilde Naife’yi kalmaya ikna ettik. Daha doğrusu ben “ne diyor bu” diye Haldun’a bakarken, benim adıma Haldun, Naife’nin adına Mustafa konuşarak bizi barıştırdılar. Ben zaten küsmemiştim.

Sakız Likörü içerek barış kutlaması yaptık. Engin uzun kahvaltı fasıllarını kapadıktan sonra hep beraber bir tur daha yüzdük. 12:00 gibi tam yola çıkamadan önce, Haldun motora bir bakmak istedi. Motorun altı su dolmuş, iyi gözükmüyor. Devridaim pompasının su akıttığını düşündük sonra da tamir/tamirci ekseninde sıkıştık kaldık.

Haldun önce bantla halletmeye çalıştı ama çözüm olmadı. Biz usta aramak üzere sokaklara düştük, Haldun daha çok bant aramak üzere yan tekneleri araştırmaya gitti. Yan komşumuz yaz kış Yunan adalarında takılan bir İngiliz’miş. Londra’da evi varmış ama burada hayat daha keyifliymiş. Benzer bir sorun o da yaşamış, gelip motora baktı ama biraz muhabbet ettikten sonra beni aşar deyip gitti.

Bulduğumuz telefonlarla görüşen Mustafa Lakis Ustayı gelmeye ikna etti (00306974094394). Lakis Usta hortumu ve devridaim pompasını söküp götürdü.

Biz kızlar da bu arada plaja giderek yüzdük. Biraz daha konuşmak iletişim kurmaya çalışmak iyi geldi sanıyorum.

Naife işinden bunalmış, kendini bir cenderede hissediyor, kendi işini kurmak istiyor. IT’ci olup da böyle hayalleri olmayan kaç kişi var ki. Mustafa ile nereye kadar gideceğini bilemiyor. Mustafa’nın kırkını geçmiş ama hala hayatta bir sorumluluk almamış hallerinden şikayetçi. Yıllar geçtiği için biraz karamsar, 38 yaşındaymış, hiç göstermiyor. Evlenmek istiyor, çocuk istiyor.

Tam bana nasıl tanıştıklarını, ilişkilerinin nasıl başladığını anlatırken, yanımıza biri yaklaştı. 50’li yaşlarda, sarışın, uzun ojeli tırnaklı, hafif toplu, bikinili, makyajlı ve güneş gözlüklü bir teyze. Aksanlı bir sesle, “Kizlarr nerredensiniz?” deyip yanımıza uzanıverdi. Hemen de bir sigara yaktı. İstanbul’lu bir Rum, ismi Maria’ymış, Ataköy'de otururmuş. Ailesi yüzyıllardır İstanbul’luymuş, ama anne-babası ’72 de korkup Atina'ya yerleşmiş. Daha sonra ilkokulda büyük kızını okuması için Atina’ya anneannesi ve dedesinin yanına vermiş. O yıllarda giriş çıkış biraz problem oluyormuş, bu vesileyle her yıl Yunanistan’a gidebilmişler. Büyük kızı şimdi 30 yaşındaymış, yakında Yunanistan'lı bir Rum ile evlenecekmiş. İlkokul yıllarından beri bir kızını sadece yazları görebilmesi içimi çok acıttı. Küçük kızı da İstanbul’da okumuş, üniversiteye Yunanistan’a yollamışlar. Şimdi Girit üniversitesinde biyoloji okuyormuş, ama dil problemi varmış biraz. Patmos'un yabancılara en iyi davranan Yunan adasıymış. Tüm adalardaki kızlar çok rahatlarmış, ama İstanbul kızları çok güzelmiş. Bizim sevgilimiz var mıymış, pek de güzelmişiz, niye evlenmiyor muşuz.

Naife zaten bana dertlenmişti, Maria Teyze’ye dökülüverdi; Evlenmek istiyoruz da, bu erkeklerde iş yok, çocuk bunlar, bizim gibi kızların kıymetini anlamıyorlar, yaşımız geçti gidiyor, ne zaman çocuk yapıcaz da büyütücez, bunlar büyümüyor diye. Maria Teyze, “O zaman onları bırakın başkalarını bulun” diye başladı. Zaten “Sevgiliniz var mı” diye öyle bir çöpçatan komşu teyze edasında sormuştu ki, devamı ne gelecek diye merakımdan “Yok” diyecektim az kalsın. Hiç öyle ne istediğini bilmez insanlarla uzatıp zaman kaybetmeye gerek yokmuş şekerim. Ama çocuk konusunu da kafaya takmamak lazımmış. Şimdi insanlar zaten işte otuzundan sonra evleniyormuş, insanların evlenip birbirlerini tanıması 6-7 yıl, neyse zaten tıp gelişmiş 40-50 yaşlarında da rahat çocuk sahibi oluyormuş insanlar.

Maria Teyze “Ben artık otelime döneyim. Aksam buralardaysaniz uğrayin kizlar, muhabbet ederiz, İstanbul’da Marinanın karşısindaki evde oturuyorum yolunuz düşerse uğrayasiniz” diyerek geldiği gibi birden bire gitti.

Daha sonra Haldun ve Mustafa da geldiler. Mustafa suda kişilik değiştirerek canavara dönüşüyor. Aaa o sakin kibar adam eğlencesine ayı modunda Naife’yi boğmaya çalıştı. İnanılmaz, tanıyanların gelip görmesi lazımdı. Acıdım kurtarmaya gidecektim, ama deli Mustafa bana da saldırır diye korktum.

Lakis Usta biraz geç geldi. Devridaim pompasının bişiy ringleri bozulmuş (bilimsel olmadı ama) orijinal yedeği olmadığı için değişik bir parça takmış. Orijinalinin ancak Yunanistan’dan 4-5 günde gelebileceğini, bunun pahallıya malolacağını, fakat bu haliyle bizi bir iki ay idare edeceğini söyledi. Türkiye’de almamız gereken parçaları çizdi. Impeller yeni değişmiş ve sapasağlammış.Bütün bu işlerin sonunda 100 euromuzu aldı. Saat 18:00’i buldu.

Sonuç itibariyle bir gece daha Patmos da kalmaya karar verdik. Zaten ne acelemiz var, tatilde değil miyiz, keyif için çıkmadık mı bu yolculuğa..

Akşam üstü tekrar bir şehri turladık. Buradan arkadaşlara hediye aldık. Hüma’ya “Antik Yunan’da erotik hayat”, Ercan ve Nilüfer’e “Zeytinyağlı yemekler” kitapları aldık. Hüma aslında Dionysos heykelciği sipariş vermişti, şimdilik onu bulamadık. Duru’ya da Mastika likörü aldık.

Önce Hüma’ya teklif etmiştik bizimle Yunanistan’a gelmesini –Hüma Mehmet’in eski kız arkadaşı-. Teknede nasıl olduğunu da biliyoruz. Usturmaça bağlamayı çözmeyi, dümen tutmayı, tramola atmayı bilir, keyifli ve eğlencelidir. Ayı bacağı ve balon basma konusunda da deneyimli, her eve lazım bir arkadaş, seyir esnasındaki tek kusurcuğu ağzı hiç durmaz, sürekli birşeyler yer. Gelmeyi çok istemişti, sonra “Ayarlayamadım ama gelirken bana bir Baküs (Dionysos oluyor) heykelciği getirin mutlaka” dedi, “Heykel beni görünce canlanacak, bende ona yirminci yüzyılda hayatı öğreteceğim”. Biz de heykel canlandığında aralarında “kültür” farkı olmasın, güzel bir ilişki yaşasınlar diye önce antik yunan hayatı ile ilgili bir kitap aldık. Bir de kızımızı kime vereceğiz biraz araştırma yaptık.

Dionysos şarap, bağbozumu ve eğlence tanrısı. Annesi Semele Zeus'un gerçek yüzünü görünce Zeus’un ışığıyla yanması üzerine annesinin rahminden henüz doğma zamanı gelmeden fırmış. Zeus onu alıp ve doğum zamanı gelinceye dek kalçasında büyütmüş. Çocuğa iki kez doğan anlamında “Dionysos” ismini uygun bulmuş.

Çocuk gelişinden memnun olmayan Titan’lar tarafından paramparca edilmiş. Zeus’un annesi toprak ana Rhea bu duruma üzülerek, Dionysos’un kanının damladığı yerden bereket sembolü nar ağacını çıkarmış. Sonra da bebeğin parçalarını biraraya getirerek Dionysos’a tekrar can vermiş. Ölümden kurtulsa da, Zeus’un Semele ile kaçamağını kıskanan Hera tarafından delilik ile lanetlenmiş, Rhea bu laneti kaldırana kadar dağlarda bayırlarda divane dolaşmış. Satirler, dağ perileri ve son derece vahşi kadınlar olan maenadlarla dost olmuş, gittiği yerlerde şarap yapmayı öğretmiş.

Dionysos şarabın insan üzerindeki etkilerini, hem büyük coşkuları, hem trajedileri, hem ölümü, hem de yeniden doğmayı simgeliyor, kendi hayatı böyle. Sembolü olduğu şarabın hammaddesi üzümün yetiştiği asmalar da böyle. Kışın budanıp parçalanıyor, neredeyse ölü halden, baharla birlikte yeniden canlanıp yaşama geçiyor. Bunu kutlamak için tiyatro, trajedi ve komedi formlarıyla, Dionysos adına yapılan Dionysia şenliklerinden doğmuş.

Dionysos Roma mitolojisinde Bacchus adını almış. Sefih Romalılar onu tamamen zevk ve sefa düşkünü bir figür yapmışlar. Dionysia şenliklerine de Bacchanalia şenlikleri deyip, milletin içip içip sapıtıp kendinden geçtiği orgy atraksiyonlarına dönüştürmüşler.

Eh tanrı bile olsa, akılla delilik arasında gidip gelen en çatlağı hangisi Hüma’nın onu bulması şaşırtıcı değil.

Yunanistan yolculuğu için ikinci tekliği Nilüfer ve Ercan’a götürmüştük. Ercan da Haldun ve Mehmet’in liseden arkadaşı. Uzun süre rehberlik yapmış, şimdi reklamcı. Rehberlik yaptığı dönemde Maviturlarda çok çalışmış. Tekneyle Yunanistan’a gidelim beraber deyince hülyalara dalmıştı, ancak eşi Nilüfer yeni iş değiştirdiği için izin ayarlayamadı, gelemediler. Ercan’ın içinde fena kaldı biliyorum.

Akşam yemeğinde Haldun sucuklu kaşarlı tost yaptı. Yemekten sonra Coffee Republic isimli bir barda bira ve beyaz şarap içtik. Komik bir bar, sanki bütün sandalye ve masaları tek tek komşu barlardan toplamışlar, dükkanı öyle açmışlar gibi, aynı masada iki kişi aynı seviyede oturamıyor. Fix isimli Yunan birası biraz acı. Haldun sevmedi, ben onun birasını içtim, o da benim beyaz şarabımı içti. Bu gün de böyle geçti...

BEŞİNCİ GÜN 25 Ağustos 2005, Perşembe – Patmos, Mykonos

Sabahtan Naife ve Mustafa Hora’ya çıkmaya gittiler. Haldun ben uzaktan gördüm yeter, uyuyacağım diyerek teknede kaldı. Sonra beraber tekneyi temizlemeye koyulduk. Bu arada ben dünkü kötülüğümü affettirmek için kamaraları değiştirmeye karar verdim. Kıçaltı kamarası tam bir işkence, iki kişi yatmak imkansız. Deli divane aşık bile olsan yanındakini gece bir süre sonra boğmak geliyor içinden (o kamarada çok mutlu olduğunu iddia edenler de var, kendi adıma konuşayım, benim içimden geliyor). O vakitten sonra çıkıp kanepede yatacağım artık.

Döndüler. Mustafa bize Hristiyan nazarlığı almış. Bu süper uğurlu birşeymiş, Mustafa tekneye dönerken plajda ilk üstsüzünü görmüş. Haldun da hemen cebine attı. Ben de kendime buralarda bir armatör bulur sizi bırakırım inşallah diyerek aldım. Onlar kahvaltı ederken, ben yüzmeye gittim. Güneşlenmeyi sevmiyorum ama biraz kemiklerim ısınsın suya öyle gireyim diye uzandım. Armatör mü artık bilinmez, transatlantik boyutlarında dev gibi bir amca gelip gözlerini dikti. En iyisi yüzmek diyerek suya atladım. Onbeş dakika kadar sonra amca yüzerek yanıma geldi. “Kalimera” diye başladı. Yunanca bilmiyorum diyince, “Very good, very good”, iyi yüzüyormuşum.. Anlaşılan o da İngilizce bilmiyor. Haldun plaja geldi. “Bye” diyerek, armatörümü de sularda bırakıp plaja döndüm. Kader işte, hayatta gerçekten ne istediğini de bilmek lazım.

İki metre ilerimizdeki kadın da bikinisinin üstünü çıkartınca Haldun da nazarlıkların gerçekten şans getirdiğine ikna oldu.

Tekneye döndüğümüzde Naife ve Mustafa’nın bize bir süprizleri varmış onu çıkardılar: “Cam çay bardakları”. Bende kalakalma durumunun son hali. Tamam, porselen demlikte demlediğin bergamotlu/harmanlı çayları plastik bardakta içmek keyifli değil ama.. Gerçekten bunun teknede ne kadar tehlikeli birşey olduğunu nasıl anlatmak lazım. Şimdi fırtına oluyor, dalga oluyor, tekne sallanıyor. Buraya kadar rüzgarsız geldik ama, teknede de yalınayak dolaşıyoruz. Tekne sallanınca çarpıntıdan çırpıntıdan iyice kapanmış bile olsa kapaklar oynayabilir. Tekneler tahmin edemeyeceğiniz kadar deli gibi sallanabilir. Masada bırakılmış bir bardakları bırakın dolaplardaki bardaklar bile düşebilir, kırılabilir. Bu bardaklar bir kırılsa ayağımızı kesse. Fırtınada uğraşacak başka bir ton iş çıkıyor. Ve de bu durumda bir ihtimal deniz de tutmuş olabilir insanı. Risk almamak lazım, riski arttıracak şeyleri hiç almamak lazım.. Bunları anlatmak istiyorum. Ama birşey demedim, zaten yeni barışmışız, yanlış anlaşılmak istemiyorum. Bir de vır vır niye ben konuşacağım canım, teknede kaptan diye birşey var, o konuşsun, sorumluluk onda.

Öğlen hafif bir rüzgarla Patmos’un arkasına geçtik. Issız bir koy. Kıyıda bira içip birşeyler yedik. Minik bir tatlı su kaynağı var. Devridaim pompası hala damlatıyor, ama zararsız.

Bu kısımdan sonrasını tatil dönüşü toparladım.Kaptan’ın seyirdefterinden yararlandım. Zaten arada da hatırladıklarımı ilk yazdıklarıma ilave etmiştim.

Tamir işleriyle uğraşırken, birden teknede beş kişi oluverdik. Haldun’un telefonla Mehmet’e motora olanları anlatmasıyla birlikte birden Mehmet de aramıza katıldı. Artık günde en az beş defa arayacak. “Neredesiniz rotanız ne, nasıl demir attınız, kaç metredesiniz, rüzgar nasıl, aa rota çok iyi”, ondan sonra “şöyle gidin” falan diyecek. Hatta belki de telefonda “Hadi balon basın, ayı bacağı yaptınız mı” demiştir de Haldun bize söylememiştir. Tahminim önünde harita elinde cetvel, internetten rüzgara bakıp, dakika dakika ne yaptığımızı nerde olduğumuzu takip ediyor artık. İçi gidiyor.

Akşam 19:00 gibi Mykonos’a doğru yola çıktık. Haldun’un hesaplarına göre 10-11 saat içinde varmamız lazım. Haldun 20:00 gibi yattı. Naife 24:00’e kadar kitap okuyarak nöbet tuttu. Rüzgar yok, yüksek, ölü dalga var, tekne epey sallanıyor. Ikaria feneri 25 milden gözüküyor. İnanılmaz bir fener, birçok denizciye çok yardımcı olmuştur. Neredeyse diğer fenere kadar gördük. Haldun saat 3:00 gibi nöbeti devraldı. Rüzgar hafif esiyor, Kalapodia feneri hafiften belli oldu. Haldun’un yelken basmasıyla, hızımız 0.5 knot daha artmış Kalapodia’nın güneyine rota tutuyoruz. Gecenin içinden ilerledikçe çam ve bitki kokuları bize kadar geliyor. Saat 5:00 gibi iyice yaklaştık. Mykonos’un Kalafatis bölgesindeki Agios Annas’a girip demir attık, 6:00.

ALTINCI GÜN 26 Ağustos 2005, Cuma – Mykonos

Sabahın yine köründe kalkarak 8:30 civarı, kıyıya yüzdüm. Kıçaltında yatmak yerine bir uyku tulumu alıp, Zodyak’ta yatsam.. uyurken ayaklarımı denize sarkıtsam.. sabah da uyanır uyanmaz suya atlasam.. bunları düşünüyorum.

Kıyıdan epey açığa demirlemişiz. Hafif dalga ve akıntı var. Uzun bir plaj. Kumsalı çok güzel. İtalyan turist dolu. Plajı iki kere turladıktan sonra, avcumda topladığım midye kabuklarıyla tekneye geri yüzerken epey zorlandım. Öğleden sonra Agios Annas’tan yola çıktık. Paradise, Super Paradise, Ellias Beach de şöyle bir dolanarak, namı meşhur Super Paradise Beach’e demir attığımızda akşam oluyordu. Hava çok rüzgarlı, çok korunaklı biryer yok sanki bu adada. Sahile iyice yaklaşıp demir attık. Çift demir atıyoruz artık. Haldun ve Mustafa sancak burun tarafından ikinci demiri de bıraktılar.

Burada bir Norveç yelkenlisi var. İçindekiler Viking’e benziyor, yanlarından geçerken selamlaştık. Kırmızı, çok sevimli, ahşap, denizci bir tekne.

Botla sahile çıktık. Etrafta kısa bir yürüyüşten sonra, domates aramaya koyulduk. Plajın biraz ilerisinde minik bir bakkal bulduk orada var ama pahallı olabilir daha büyük bir market de vardır, biraz daha dolanalım dedik. Hava iyice kararmıştı. Burada geceleri yürümek yayalar için çok tehlikeli. Kaldırım yok, ışıklandırma kötü, asfalt yollarda herkes motosikletli. Uzun bir yürüyüşten sonra market bulamayarak, küçük bakkalımıza geri döndük, domates ve içecek birşeyler aldık.

Naife ve Haldun süper domatesli makarna yaptılar.

YEDİNCİ GÜN 27 Ağustos 2005, Cumartesi – Mykonos

Bugünü Super Paradise’da yatma günü ilan ettik. Biz Haldun’la erken kalkarak, zaten kıçaltında uzun uyumak imkansız, kahvaltı edip plaja botla çıktık. Plaj ikiye ayrılmış denize doğru sağ tarafta çıplaklar var, sol taraf normal.

Sağ taraftaki kafasında kocaman çiçek çocuk şapkasıyla uzanmış 68 kuşağı teyze çok sevimli. Biraz yüzdük, biraz güneşlendik, biraz da dolanalım dedik. Sağ taraftaki kayalıklar çok hoş. Oraya doğru yürüyüşe çıktık. Bir yere kadar yol var sonra, kayaların arasıdan atlaya sıçraya ilerliyorsun. Çok keyifli. Birden alt kısımda kayaların arasında çıplak güneşlenen insanları farkediyoruz. Neyse kimseyi rahatsız etmeden en tepeye çıktık. Aşağıdaki kayalıklar ve deniz çok güzel. Geri dönüp, denize girelim.

Saat 12:00’ye doğru Mustafa’yı farkettik, tekneden fotograf makinesiyle çaktırmadan sağ tarafı çekmeye çalışıyor. Dayak yerse tanımayacağız. 13:00 gibi kahvaltılarını edip yanımıza geliyorlar.

Çok keyifli bir gün geçirdik. Öğleden sonra karnımız acıktı, plajda dün domates ararken muhteşem sarmısak kokuları duyduğumuz yere oturduk. Haldun “Grilled kalamari”, ben karpuz söyledim. Tüm bir mürekkep balığı ızgara, 10 Euro. Ben tabi mürekkep balığının yarısını da yedim. Sonra Mustafa ve Naife de geldi. Naife de kalamar aldı. Yemek muhteşem herkes hemfikir. “İngiliz”Mustafa “fish and chips” istedi. Naife’nin kalamarını da tırtıkladık.

Öğleden sonra 17:00 suları çıkalım diye planlarken, 19:00 gibi anca güç bela demir alabildik. 7 şiddetinde yıldız da batı seyrettik. Bu kısım hızlı geçti. Burnu dönüp kuzeye vurunca burundan yedik fırtınayı. 2500 devirde 3mt dalgaya karşı gidiyoruz. Serpinti tekneye paralel geçiyor. Georgios kayalığına geldiğimizde hava kararmıştı. Oradan içeriye dönerken bir kayalık daha çıktı etrafından geçmeye karar verdik, 180 derece bir dönüşle açıktan iki kayalığın dışından geçmeye karar verdik. Bu arada baya bir dalga yedik. Naife’yi deniz tuttu, Mustafa da pek iyi değil.

Bir balıkçı teknesiyle aynı yönde gidiyoruz. Biraz kırdık yoksa çarpışacaktık. Balıkçı teknesinin ışıkları doğru düzgün yanmıyor. Burnu marina’ya dikip gidiyoruz. Daha doğrusu marina olduğunu düşündüğümüz yere. Ama ışık falan yok. Yolu çok fazla aydınlatmışlar, sadece yolun ışıklarını görüyoruz, başka birşey var mı ayırmak güç. Haldun GPS’le kontrol ediyor, rota tam tutmuş heyyt be, ama marina falan yok. Haldun panik oldu, nereye gideceğiz şimdi, hava karanlık dışarda fırtına, marina yok, zamanında demir almadığı, karanlığa, fırtınaya kaldığımız için kendine kızıyor.

Bu arada balıkçı teknesinin bir yere yanaştığını farkettim. “Peşinden gir, adam bir yere bağlayacak teknesini nihayetinde, bize de bir yer bulunur”. Marina olması gerektiğini düşündüğümüz yerde balıkçı barınağı gibi birşey var. Işığı çok soluk ancak 200 mtden falan, o da biraz gözüküyor.

Usturmaçaları taktım, içerisi süt liman ama tıklım tıklım, bize yer yok. Bu arada nasıl yapıyorum belli değil oradan bir adamla konuşuyorum. Adam bize şuraya yanaşın dedi, yandan gelin dedi, bütün usturmaçaları sancağa alalım, bize yardım edecek.. Bir de adamla anlaşıp çevirmenlik yapıyorum ki, akıllara zarar. Adam Rumca birşeyler söyleyip birşeyler gösteriyor, ben çeviriyorum. Palamar halatlarını attık. Balıkçı bize yardım etti, çok güzel yanaştık. Bir motoryatın yanında aborda olduk.

Bize yardım eden adam “I am the fisherman, I know I know” diyor. Bu kadarcık İngilizce biliyor gibi. Bizi dışarda gördüğünü yardıma ihtiyacımız olduğunu anladığını söylüyor. Açıkta karşılaştığımız balıkçı teknesinin kaptanı. Mustafa yakında adamla kanka olacak. Hepimiz öpebiliriz adamı, yardım, bi el atıvermek bile denizde çok çok önemli. Fırtınadan sonra sağlam bir limana demirlemek gibisi yok. Biraz sarsıldık ama, huzur içindeyiz.

Gece Mykonos’a çıktık. Balıkçı barınağından otobüs durağına kadar yürüyoruz. Saatler asılı. Otobüse binip gittik. Herkes motosikletli.

Çok güzel bir kasaba. Fırtınadan sonra inanılmaz. Masal gibi. Heryer beyaza boyanmış, ve ışıl ışıl.. iki saat önceki çaresizlikten buraya nasıl düştük.

Yanında 25 yaşından fazla durmayan Apollon kılıklı sevgilisiyle gezen 50 yaşındaki teyze. Espri olsun diye teyze diyorum, yüzü dışında hiç bir yerinden yaşı anlaşılmıyor. İnce uzun, mankenlere taş çıkartır bir vücudu var. V yakalı dekolte buluzu, yanık teni ve inci kolyesi kazınmış kafama. Yanındaki oğlu gibi duruyor, ama insan oğluyla yolda böyle mi öpüşür. El ele dolaşan erkekler. Türkiye’de fazla gördüğüm bir görüntü değil, aşkla birbirine bakan iki erkek.. oturduğumuz yerden geleni geçeni seyrediyorum. Her taraftan gelen müzik sesleri. Parfüm ve alkol ve balık kokuları..

“Güzel” diye bir bar var. Mustafa anlattı, bu aralar Yunanistan’da Osmanlı dönemi bir popülerlik kazanmış. Yunanlı bir adam Osmanlı konseptiyle bir yer açmak istemiş. Dekorlarını Türkiye’de tasarlatmış. Atina’da açmış, inanılmaz tutmuş, adam birkaç kere köşeyi dönmüş, bütün sosyete oradaymış. Mykonos’ta da bir tane açmış. Benim gözüme içerisi çok boş gözüktü. Merak edip içeri girdik. Eh gerçekten hoş bir mekan. Meğer heryer rezerve imiş. Bu adada gece hayatı 1:00’den sonra başlıyormuş. Ben ne bileyim. Bir de benle dalga geçtiler.

Bir sürü hediyelik eşyacı var. Dağılıyoruz. Benim Hüma’ya Dionysos, başka bir arkadaşa Apollon heykeli almam lazım. İlginç bir dükkan bulduk kendime de bir at figürü aldım. Haldun’da ofistekilere bardak altlığı, Mehmet’e antik yunan figürlü iskambil kartları, kendine mumluk, annesine buzdolabı süsü alıyor. Sonra anlaştığımız gibi kafelerden birinin önünde buluşup, miskin miskin tekneye geri dönüyoruz.

SEKİZİNCİ GÜN 28 Ağustos 2005, Pazar – Mykonos, Delos

Delos Mykonos’a çok yakın Yunanistan’ın en önemli arkeolojik yerlerinden birisi. Cyclades bölgesi Delos ve etrafındaki adalar şeklinde anılıyor. Delos Antik Yunan’ın en önemli kutsal adalarından biriymiş. Miken döneminden bu yana kutsal kabul ediliyormuş, yaklaşık M.Ö.1400’den beri. Ada küçük ve dar 5 km uzunluğunda 1.300 m genişliğinde. Apollon ve Artemis bu adadaki bir gölde doğmuşlar. Doğdukları rivayet edilen göl 1925’te sinekler yüzünden kurutulmuş. Doğmuş oldukları yeri sembolize eden bir palmiye ağacı var. Atina’lılar bu adaya yerleşerek, ada halkını buradan sürmüşler. Adada doğmak ve ölmek yasak. Ada halkı doğum ve ölüm gibi dünyevi işleri halletmeye hemen yakında bir kara parçası var, oraya gidiyormuş. Adanın en fazla 500 mt yakınına demirlenebiliyor. Saat 16:00 da ada boşaltılmak zorunda.

Tekneyi zaten dün güç bela bir yere bağlamışız. Tur teknesiyle gidiyoruz. 10:00 daki tekneye bilet aldık. Arada kalan vaktimizi yine dağılarak dolaştık. İnanılmaz çok sayıda şapel var. Şapeller küçücük odacıklar, duvarın karşısına ikonlar var, bütün duvarlar resim dolu, girişin iki yanındaki duvarlarda sandalyeler, mum yakmak için bir alan ve bağış kutusu. Aklım almıyor, yani hesaplarıma göre adadaki her 20 veya 10 kişiye bir şapel düşüyor. Muhtemelen kışın kişi başı 2-3 şapel düşüyordur.

Vakit geldi yola çıktık. Güzel ama yorucu bir gezi oldu. Mozaiklerin çoğunu, önemli parçaları Atina’ya götürmüşler.

En etkileyici yer adanın en yüksek tepesindeki (deniz seviyesinden 112 mt) Zeus tapınağı. Tapınak demek doğru değil sunak demek daha doğru. Burası inanılmaz rüzgarlı. İnsan kendini antik çağın tanrısına yakın hissediyor. Tepeye yer yer bir iki metrelik dar bir merdivenle çıkılıyor. Çıkarken değişik yüksekliklerde değişik dinlerin tanrılarına ait sunaklar da var. Dönemin önemli bir ticaret merkezi olduğu için hiçbir bölgenin tanrılarını unutmamışlar, Mısır’ın tanrıları, Babil’in tanrıları, ve diğer tanrılar hep düşünülmüş.Yukarıda da düz bir alan ve koca bir sütun var sadece. Tanrıdan dilekleri olan insanlar, topladıkları yatay taşları üst üste koyarak küçük sütuncuklar yapmışlar, ve yapıyorlar. Sunağa çiçek bırakanlar da var.Tepeden bütün ada gözüküyor.

İniyoruz, dar merdivenlerde iki sıra halinde ilerleniyor. Aşağıya iyice yaklaştık. Bu arada Haldun taa İstanbul’lardan kalkıp buralara kadar gelmesinin kozmik nedeni olabilecek olayı yaşamış. Sırf o anı yaşamış olmak için bile gelinirmiş Yunan Adaları’na. Bu rüzgarda mini etek giymiş ve fakat iç çamaşırı giymeden yukarı doğru çıkan İtalyan kız, aşağıdan tesadüfen yukarıya doğru bir bakış. Birden demin oflaya puflaya çıktığı merdivenleri tekrar tekrar çıkıverecek gücü bulmuş. Yukarı doğru bir iki adım atmış. Kalbi sıkışmış geri dönmüş. Şimdi etraftaki herkese acaba iç çamaşırı giymiş midir diye bakıyor. Bütün kadınlar arada sırada erkekleri azcık mutlu etmek için böyle şeyler yapmalıymış.

Müzenin önündeki kafede birbirimizi bulup birşeyler yiyoruz. Dağılarak dolaştık hep, Naife ve Mustafa müzeyi gezmeyi bitirmişler. Naife bu adadakilerin cinsi sapık olduğunu söylüyor. Mustafa da döneme ait takıların olduğu camekanın önünde, camda kendi yansımasına bakıp saçlarını düzelten kadına bakarken, kadınların bin yıllardır değişmediğini görmüş. Biz müzeye giderken onlar Aslanlı Yol’a doğru ilerliyor.

Müzede bir duvara bütün dillerde “Deniz” yazmışlar. Denizin Yunancası “delis” gibi birşey. Bu aralar etimolojik köken takıntım var, duvarın önünde epey oyalandım. Bir duvara da çocukların yaptıkları deniz ve tekne resimlerini yapıştırmışlar. Bir duvardaki mozaik inanılmaz güzel. Gezinin başlangıcında daha Kleopatra’nın evine henüz gelmiştik ki fotograf makinesinin şarjı bittiği için hiçbir şey çekemiyorum. Cinsi sapıklık meselsi de minik bir vitrinde sergilenen dönemde kullanılan fallus sembollü objelerden geliyormuş. Meydanda Dionysos’un fallus heykellerini gördük sonradan, kırılmış boyları yaklaşık bir metre kalmış, çapları 70cm, 1 m arası değişen iki sütun. Şehir meydanında bu heykellerin kırılmamış hali antik çağda nasıldı acaba diye düşünüyorum, mesela bir tanesini 21. yüzyılda İstanbul’da Taksim Meydanı’na koysak ne olur.. kafamda canlandıramıyorum.

Yorucu gezinin sonunda antik limanda denize girdim. Bir daha nerde yüzeceğim, akşama işleri bitirip, yola çıkmayı planlıyoruz.

Dönüşte kocaman tekne azgın denizi zar zor geçti. Dalgalar üst katta, kenarlarda oturan insanları ıslattı. Bakalım biz ne yapacağız.

Mykonos’a gelince Internetten hava durumuna baktık. Daha da kötüleşecek gibi. Küçük Venedik, değirmenler, şapeller ve etraftaki müzeleri dolandık. Çok güzel iki pelikan güneşleniyordu yolun üstünde.

Haldun dizi ve kolları sarılı bir çift görmüş başlarına ne gelmiş olabilir ki tatilde diye şaşırmış, anlatıyor. Ne olacak motordan düşmüşlerdir diyorum. Yine çok zeki olduğumu düşündü, salak mı ne. Yok yok, aklı hala merdivenlerde kaldı..

Mehmet’in bitmeyen telefonları devam ediyor.

Balıkçı barınağında kalmanın en kötü yanı, bu rüzgarda soğuk duş almak.

Benzin alıp, pasaport işlerini halledelim diyorduk, ama Pazar günleri adada heryer ve herşey kapalıymış. Açık biryer bulma konusundaki bütün inadımıza rağmen acı da olsa gerçeği farkediyoruz. Mazot bulamadık. Haldun Port Police de işlemleri tamamlıyor. Biz bir café de oturup onu bekliyoruz. Immigration havaalanındaymış, oraya gidiyoruz. Kimse birşey bilmiyor. Havaalanı ve karakol arasında mekik dokuduktan sonra sabah gelmeye karar veriyoruz.

Telefon ettiğimiz barınağın mazotçusu, gelemem, niye geleyim kardeşim diye asabiyet yaptı.

Bir gün daha burdayız diye seviniyorum. Sabah erkenden yola çıkacağız.

DOKUZUNCU GÜN 29 Ağustos 2005, Pazartesi – Mykonos, Geri dönüş

Sabah erkenden kalktık, 7:00 de havaalanındaydık. Her gidişimiz tek yön 10 Euro. Kimsenin nasıl çıkış işlemi yapılacağından haberi yok. Giriş yaptığımıza bin pişman olduk. En az on kişiyle konuştuktan sonra, polis karakoluna gitmemiz gerektiğine karar verdiler. Daha önce Karakol’a gitmiştik, havaalanına gidin demişlerdi. Bu sefer Karakol’da işlemlerin nasıl yapılacağını bilen birileri var, ilgili memurun 16:30’da geleceğini öğrendik. Resmen şaka gibi. Çaresiz geri döndük. 10:30 gibi mazotçu geçti. Depoları doldurduk, 30 Euro. Şehri dolaşmaya çıktık. Şehre iner inmez ayrıldık. Bir yerde çok güzel musakka ve baklava yedik.

Biraz gezdikten sonra Paradise Beach’e gittik. Sudan hiç çıkmak istemiyorum. Geri dönmek istemiyorum. Sulara karışayım, balık olayım.

En son kurumak için şezlonga yüzüstü uzandığımda ilerde sağ tarafta yerde havlularının üzerine uzanmış bir çift görüyorum. Öpüşüyorlar. Hiç öpüşen iki erkek görmemiştim.

Dönüşte tekrar hava durumuna baktık, giderek korkunçlaşıyor.

15:45’de taksi durağında buluştuk. Heralde hepimiz hayatımızdaki en uzun taksi bekleyişini yaşadık. Bütün adada toplam otuz veya kırk tane taksi varmış zaten. Bir buçuk saat bekledikten sonra 17.15’te karakoldaydık. Bizim işlemi sadece bir kişi yapıyormuş, o kişi saat 16.30 da buradaymış ve sonra da gitmiş. Ama şanslıymışız, 18:00’da tekrar gelecekmiş. İki saat için taksi bekleyemeyiz. Havalanına giderek zamanın geçmesini bekledik. Adamların rahatlığına söylenip duruyoruz. Yüzyıllardır incir ağacı altında yatıp felsefe yapmaktan iş yapamaz olmuşlar. 18:00’da adam geldi, işlemlerimizi yaptı, hemen tekneye gittik.

Mykonos’tan planlarımıza göre ayrılmamız gereken gün Naife ve Mustafa Haldun’a çok güzel bir duvar süsü almışlar. Porselen, Mykonos değirmenlerinden. Onu, kırılacak diğer ıvır zıvırları, benim notebooku falan dikkatlice sarıp sarmalayıp kıçaltına yerleştirdik. Dışarıdaki herşeyi neta ettik. Biraz birşeyler atıştırdık.

Mustafa “Yaşasın, işte macera, fırtınayı da yaşayalım, süper” dedikçe benim nevrim dönüyor. Adam resmen kötü hava istiyor. Sakin sakin gidebilsek, keyifli keyifli dönsek, yukarıya da sipariş verilemiyor tabi. Olaya da macera olarak bakmak, cahil cesaretinin ötesinde terbiyesizlik ve aptallık. Biraz daha konuşursa Naife’yle ben Mustafa’yı denize atacağız.

Zaten bu erkek kısmının doğada “macera yaşayalım, anımız olsun” mantığına deli oluyorum. Başkasına anlatamadığın anı anı değil mi yani.. Ne olmuş, araba dağda çamura saplanmış çıkarıcaz diye 3 saat debelenip yağmur çamur yemişiz, aferin anlatacak şeyimiz oldu. Beceriksizliğinden ve salaklığından “erkekçe” birşey çıktığını sanan zavallı bir tür işte. Bazı şeyleri de yaşa geç kardeşim, söylenmeye de gerek yok, ama anlatacak anı oldu demeye de. İlla erkekliğini etrafındakilere, etrafında kimse yoksa kendine kanıtlayacak olay yaşayacaksın. Ne acınası bir durum. Ayyyyy.. hiç kasmayacam. Buyrunuz debeleniniz. Hiç de rahatsız olmam. Gerekirse çağırırsınız. Hatta mümkünse ben uyuyayım, fazla gürültü yapmayın, etrafı da çok ıslatmayın. Sabaha da kahvaltımı hazırlayıverin.

Zavallı Lotus çok yıpranacak. Hatta bir ara biz uçak veya feribotla dönsek bir iki hafta sonra tekneyi almaya tekrar gelsek diye bile düşünmüşken.

Tekneyi çözerken bile rüzgar yüzünden biraz stres yaşadık. Ön iskele tarafımızdaki teknedekiler yardım ettiler.

Çok sallanacağımız kesin. Giyecekleri hazırladık. İki takım var, iki kişi dışarıda durabilir. Çok ıslanacağız.

Mykonos-Tilos boğazında tam kafadan yiyeceğiz fırtınayı, tekne tutunabilecek mi. Yelken de açınca 38 derece.. Çeşme’yi tutturabilecek miyiz? Yola çıktık botu sancak tarafından iyice tekneye yapıştırdık. Herkes birer dramamin alıyor, kaptanın emri. Ben alıyormuş gibi yaptım. Sevmiyorum o ilacı.

Barınaktan çıkar çıkmaz havayı ve dalgaları yemeye başlıyoruz. Dümende ben varım. Frekans iki dalga süper üçüncü dalga da tependen tırnağa ıslanıyorsun. Üç dalgada bir yarabbi şükür. Buruna doğru gidiyoruz, asıl sıkıntıyı burunu dönünce yaşayacağız. Erkekler macera yaşamaya çok hevesli ben içeri geçiyorum.

Burunda 3-3.5 mt dalga derinliği var, serpinti tekneye paralel geçiyor, tam burundan alıyoruz. Bir süre böyle gittikten sonra yavaş yavaş rotaya oturuyoruz. Bir ara Naife havaya baktı ve “geri mi dönsek, ölmek istemiyorum” dedi. Boğazı geçince Haldun cenovayı 1/3, yarım arası açtı. Tekne boştayken 6.5 knot hız yapıyor, hızlı gitmemiz lazım diye motor da 1900-2000 devirde. 7.5 knotla 40 dereceyi tutturduk. Teknenin içinde ayakta durmak çok tehlikeli. İki takım kıyafet var nöbet değiştirirken yerler su içinde kalıyor. Kayıyor. Ben sancak tarafındaki kanepede dinlenme moduna geçtim. 12:00 gibi nöbete Mustafa geçti. Mustafa 2:00 de tekrar Haldun’a verdi. Çok eğlendim yüzü yeşil, kırmızı olmuş, su içinde dağılmış. Yatıp keyif yapıyorum o dışarıda titriyor diye bana sinir olduğunu gözlerinden okuyorum. “Nasıl süper macera yaşıyoruz değil mi” deyince yüzü değişiyor, sevinerek “Evet ya” diyor.

Nöbet 3:00- 6:00 arası bendeydi. Yolu daha yeni yarılamışız. Sakızı çok yavaş geçiyoruz. Motoru yarım devir yükselttim. Hava daha sakinledi. Aydınlandı. Denizde güneşin doğuşunu çok seviyorum. 6:30 gibi Haldun’u uyandırdım. Türk karasularına çok yakınız ama Çeşme’yi tutturamıyoruz. Ancak 70 derece ile karşıya geçebiliyoruz. Türkiye karasularında bizi yunuslar karşıladı. Karaya iyice yaklaşınca Haldun Yunan bayrağını indirdi.

Çeşme’ye vakitli varmamız imkansız. Haldun’un sekreteri Maria Hanım uçağımızı Çarşamba sabah 08.45’e aldı. Biz Salı öğlen gidecektik. Mustafa’lar zaten akşam gidiyor, sorun kalmadı.

ONUNCU GÜN 30 Ağustos 2005, Salı – Alaçatı

Saat 8:00 gibi motorda vuruntu çok arttı. Haldun hızı 1500 e düşürdü ama bu hızla Çeşme’ye gitmemiz imkansız, hatta boğazı geçmemiz akşama kadar sürer. Alaçatı’ya çok yakınız. Alarm ötmeye başladı. Haldun motoru durdurdu. Şarj dinamosu düşmüş. Her yer siyah sıvı. Haldun dinamoyu takarak motoru tekrar çalıştırmayı denedi. Motor acayip yağ atıyor.. Motor gitti..

Yelkenle Alaçatı’ya girmeye çalışıyoruz. Telsizle Marina’dan cevap gelmiyor. Menzil dışında olmalıyız. Haldun’un kardeşi Serkan Alaçatı Marina’nın telefon numaralarını gönderdi. Telefonla bağlantı kurduk. Marinaya girersek palamar botuyla bizi çekebileceklerini söylediler.

Tramolalarla körfezden içeri giriyoruz. Bu kısım keyifli. İnsanlar sabah erkenden sörf yapmaya başlamış, çok güzel bir görüntü. Marinanın ağzını tutturduk. Yelkenleri indirdik palamar halatlarını bota attık. Usturmaçaları sancak tarafına dizdik. Güzel yanaştık. Teknenin içi felaket. Her taraf simsiyah yağ. Farşların altı, hatta üstü, motorun içi felaket. Minderler ıslak.

Haldun hemen usta bulmaya ve marina işlemlerini yaptırmaya gidiyor. Yanmar motordan çok iyi anlayan bir usta varmış. Öğleden sonra gelebilecek. Bu arada ben teknede ıslanmış ne varsa, uyku tulumları, çarşaflar, minderler, tulumlar, montlar, tişörtler, havlular dışarıya asıyorum. Burayı çok sevmedim, inşaatın yan tarafındayız, üstümüze Alaçatı’nın rüzgarlarıyla sürekli toz yağıp duruyor.

Haldun geldi, minderleri kıyıya dizdik. Yorgunluktan ölmüşüz, Alaçatı’ya gidip kahvaltı edelim dedik. Taksi çağırdık. Fırtınalı yolculuğumuzdan sonra, burada oturuyor ve kahvaltı edebiliyor olmaktan inanılmaz keyif alıyoruz. Ne yazık ki, sinirlerimizi bozacak kadar yavaş bir yerde kahvaltı söylemişiz. Dayanamayarak asabiyet krizi yapmayayım, pastaneden bişeyler alayım en iyisi diye gidiyorum. Gazete de alıyorum, kaç gündür memlekette neler olduğundan habersiziz. Geldiğimde kahvaltılar gelmiş.

Memleketten ilk haber, Hürriyet manşetteki iç burkan bir yazı: Malatya’da üniversite öğrencisi bir kız akrabalarının düğününde başından vurularak öldü. Gözlerim doluyor resmen. Zaman mefhumumu iyice yitirdim. Bu sıralarda çok sevgili arkadaşım Onur’da evlenecekti Malatya’da, ama onlar herhalde şimdi balayındadırlar. Haftalar sonra Onur’dan alacağım “üzüntümüz büyük” mailiyle asıl sarsıntıyı yaşayacağımı bilmiyorum henüz.

Kahvaltımız bitiyor, biraz Alaçatı’yı dolaşalım diyoruz. Dükkanların, restoranların önündeki tabelalardaki rakamlar inanılmaz. Tüm Yunanistan tatilimiz boyunca yemek için harcadığımız parayı bir öğünde yiyebiliriz resmen.

Bir yerden zeytinyağı ve sabun alıyoruz. Sonra Mustafa ve Naife’yi orada biraz daha dolansınlar diye bırakarak, temizlik işlerini yapmaya tekneye dönüyoruz.

Kahvaltı ederken kıyıya dizdiğimiz minderlerin çoğu Alaçatı’nın rüzgarına dayanamayıp, denize atlamış. Yan komşumuz Hollandalı Amca halimize üzülüp hepsini toplayıp kıyıya daha güvenli bir şekilde yerleştirmiş. Başımıza gelenleri soruyor, anlatıyoruz. Aynı şeyler onunda başına gelmiş, minderlerin denize uçmasına kadar. Ama onun minderlerini kimse toplamadığı için minderleri de kaybetmiş. Herhalde bütün tekne sahiplerinin başına üç aşağı beş yukarı aynı şeyler geliyor. Denizcilerin halden anlaması bundan..

Başaltından başladım. Her taraf ıslanmış. Genel temizlik. Dalış kıyafetleri alttaymış, dalamadık. Elbiselerden biri kim bilir ne zamandan ıslak kalmış, küflenmek üzere. Onu da asıyorum. Baş altı bitti. Bütün farş tahtalarını dışarı attık. Hepsi yağ içinde. Ben dışarda farşları temizlerken Haldun içerde farşların altını temizliyor, onun işi daha zor. Arada Naife ve Mustafa eşyalarını almak için geri döndüler, birazdan otobüsleri kalkacak.

Cemil Usta (0535 398 01 31) gelip baktı, motorun sökülmesi lazımmış. Takoz kırılmış, yağ filtresi delinmiş, conta yakmış.. tamirat kısa zamanda başlayacak..

Akşama kadar heryer temizlendi, minderler kurudu, İstanbul’a götürülecek kirliler paketlendi, çantalar yapıldı. Sevgili Lotus, çok teşekkürler, hiç ayrılmak istemiyoruz aslında. Hasta sevgiliyi evde ateşler içinde bırakıp gitmek gibi birşey, aklımız sende kalacak.

İzmir otobüsünü beklerken bulduğumuz en ucuz yerde bir kumru yiyoruz. Otobüste ben kitap okudum, Haldun horlaya horlaya uyudu. İndikten sonra biran evvel otele gitmek odamıza yerleşmek istiyoruz. Sıcak duş, beyaz çarşaflar, yumuşak yastıklar ne büyük mutluluk. Çocuk gibi yatağın üstünde zıplamak istiyorum resmen. Duşumuzu aldık üstümüzdeki tuz ve Alaçatı’nın tozundan kurtulduk.

Düşünüyorum.. Çook güzeldi ya. Şimdi “2005 yazında tekneyle Yunanistan’a tatile gitmiştik” desem insanların aklına ne gelir acaba? Ooo ne güzel sefa sürmüşler. Yelkenli sahibi olmanın zenginlik ve gösterişle bir ilgisi alakası olmadığı gibi, yelkenle yolculuk yapmanın sefa sürmekle uzaktan yakından ilgisi alakası yok malesef. Tabi teknesi en uzak Sivri Ada’nın arkasına kadar götürüp, haftasonları marinada içki içmeyi sevenlerden bahsetmiyorum, o da bir zevk, isteyen yapar. Yelken yapmaktan zevk almak için biraz mazoşist bir tarafı da olacak insanın.. Nasıl anlatılır ki bu.. Bunların üzerine öyle fazla da düşündüm diyemeyeceğim, aklımdan iki saniyede geçiverdiler. Sonra.. sonra sızmışız.

ONBİRİNCİ GÜN 31 Ağustos 2005, Çarşamba – İzmir, İstanbul

Uçaktan indik, koştura koştura Haldun beni eve bıraktı. Üstümü acele değiştirip işe yollandım. Güzel anlar ne çabuk da uzaklaşıveriyor büyük şehir insanının hayatından. Monitörün başına geçtim, işe gömüldüm bile. Yedi nesildir denizci, uzak deniz kaptanı bir sülalenin plazalar arasına sıkışmış çocuğu olarak nasıl mutsuz hissediyorum şimdi kendimi. Tanımadığım dedelerimin geçtiği sulardan Yunanistan’ın kıyıcığına dokundum. İtalya, İspanya, Cezayir belki hiç oralara kadar gidemeyeceğim. Ama belki de giderim kim bilir.. Belki daha da uzaklara giderim..





Bu hikayedeki kişiler, tekne ve olaylar tamamen gerçektir.

Türkiye’den çıkış yapmadan ayrılma meselesi dalgınlıkla yapılmıştır. Tekne sahiplerinin ikisinin de biraz dalgın tipler olduğu anlatılanlardan zaten anlaşılmaktadır.

Bergamotlu çay/porselen demlik olayı aynen belirtildiği şekilde yaşanmıştır, fakat hikaye içinde vurgu biraz abartılmıştır.

Hikayeyi anlatan deniz sevdalısı tipleme hikayeye renk olsun diye uydurulmuş, rüzgarla başka denizlere uçmuştur.

30 Ağustos 2005 Salı

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-X

ALAÇATISalı 30.08.05 Yelkenle Alaçatı’ya girmeye çalışıyorum, telsizle marinayı aradım, cevap yok. Muhtemelen henüz menzil dışındayız. Serkan telefon numarasını yolladı, cepten aradım, marinaya girersek palamar botuyla bizi çekebileceklerini söyledi. Tramolalarla körfezden içeriye giriyoruz, nefis bir rüzgarda yatarak marinanın ağzını süper tutturduk, hemen yelkenleri indirdim, palamar halatını bota attım, usturmaçalar sancağa takıldı ve problemsiz şekilde çok güzel yanaştık. Off yani. Teknenin içi minik bir çevre felaketi şeklinde her yer simsiyah yağ. Tüm farşlarım altı, motorun içi rezalet! Akşama kadar her yeri temizledim. Cemil Usta (0 535 398 01 31) gelip baktı. Motorun sökülmesi lazım, takoz kırmış, conta yakmış, yağ filtresi delinmiş. OK dedik, tamirat en kısa zamanda başlayacak. Böylece güzel gezimiz problemli de olsa sağ salim sona erdi. Hepimiz gayet memnunuz…

29 Ağustos 2005 Pazartesi

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-IX

MİKONOS VE YOLA ÇIKIŞ
Sabah erkenden tekrar havaalanına gittik, her gidiş tek yön 10 Euro. Yine kimsenin nasıl çıkış işlemi yapacağından haberi yok. Sonuçta terminalin önündeki polis karakoluna gitmemiz gerektiği ortaya çıktı. Fakat bize gerekli memur öğleden sonra 4’te gelecekmiş. Mecburen geri döndük. 10:30 gibi mazotu tamamladık, 30 Euro. Şehri dolaşmaya gittik, hediyeler aldık, 15:45 te taksi durağında buluştuk ve hayatımızın en uzun süren taksi beklemesi başladı, tam bir buçuk saat!!! Saat 17:15 gibi havaalanına vardık ve bizim adam gitmişti… Neyse ki 18:00 gibi yeniden gelecekmiş, biz de terminale gidip orada oturup bekledik. 18:00 de adam geldi, işlemleri yaptı, hemen tekneye gittik. Hava çok sıkı ama bir an önce yola çıkmamız lazım ertesi gün saat 12:30 da İzmir’den uçağımız var. Tüm hazırlıkları yaptık, tekneyi neta ettik, çok sallanacağız, giyindik kuşandık, çok ıslanacağız. Burnu döndükten sonra Mikonos-Tilos boğazında tam kafadan yiyeceğiz firtınayı, tekne tutunabilecek mi bilemiyorum. Sonra’da yelken açınca 38O’yi Çeşme için tutturabilecek miyiz? Yola çıktık. Botu iyicene tekneye yapıştırdık. Sancak tarafına bağladım. Barınaktan çıkar çıkmaz havayı ve dalgayı yemeğe başladık. Bir süre sonra Pınar sırılsıklam oldu onu içeri yolladım. Herkes 0.5-1 civarı dramamin aldı. Burna doğru gidiyoruz. İyi sallanıyoruz ama esas zorluğu burun civarında boğazda göreceğiz. Burna geldik, hava azgın, 3-3.5 m dalga derinliği var, serpinti tekneye paralel geçiyor ve tam burundan alıyoruz. Bir ara Nazife kafayı uzatıp manzaraya baktı ve “geri mi dönsek?” dedi. Biraz sonra yelken açınca rahatlayacağımız söyledim. Herkes endişeli. Boğazı geçince, 1/3 yarım arası cenovayı bastım tekne boştayken 6.5 knot hız yapıyor. Hızlı gitmemiz lazım diye 1900-2000 devirde motoru bıraktım, 7.5 knot la 40OC yi tutturduk. İstikamet Çeşme, moralım çok yerine geldi. Sert havada güzel bir seyir yapıyoruz. Teknenin içinde ayakta durmak çok tehlikeli, yerler ıslak olduğu için çok kayıyor. 12 gibi nöbeti Mustafa’ya devrettim. 02 de bana geri verdi, 03 de Pınar’a devrettim, yolu daha yeni yarılayabilmişiz. Pınar beni 06.00 gibi Sakız burnunda uyandırdı. Türk karasularına çok yakınız. Boğazda Çeşmeyi tutturamıyoruz. Ancak 70o ile karşıya geçiyoruz. Türkiye’de yunuslar karşıladı bizi, kocaman bir sürü geldi, bir süre sonra karaya iyice yaklaşınca Yunan bayrağını gurcatadan indirdim. Artık Türkiye’deyiz ama Çeşme’ye vakitli varmamız imkansız. Sağolsun Maria hanim uçağımızı ertesi sabah 08:45 e aldı. Mustafa’lar zaten akşam gidiyor, onlara sorun yok. Acaba bir ara Alaçatı’ya mı gitsek diye düşündüm sonra yine de hedefe kilitlenip Çeşme’ye doğru rota tutmaya çalıştım.Sabah 08:00 gibi liningde vuruntu çok arttı, devri 1500 e düşürdüm ses kesildi ama 1500 devirle boğazı geçmemiz akşama kadar sürer. Alaçatı’ya çok yakınız. Alarm ötmeye başladı, fırladım motoru kapattım, açtım bir baktım ki sarj dinamosu düşmüş ve her yer siyah bir sıvı… Dinamoyu taktım bir şekilde, motoru bir çalıştırdım ki acayip yağ atıyor, hemen geri kapattım. Motor çalışmaz halde…

28 Ağustos 2005 Pazar

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-VIII

MİKONOS VE DELOSDelos Mikonos’un çok yakınında Yunanistan’ın en önemli arkeolojik yerlerinden birisi. Antik Yunan’in en önemli kutsal adalarından biri. Ancak tur teknesiyle gidilebiliyor, kendi teknenle gidersen en yakın 500 m ye demirleme hakkın var. Bizim icin bu çok zor, ayrıca da tekneyi evvelki akşam koyduğumuz yerden çıkarmayı zaten istemiyorum. Saat 10:10 da tekneyle Delos’a gittik. Buralardayken mutlaka görülmesi gereken bir yer. Çok güzel bir ada ve nefis bir antik kent. Apollo ve Artemis’in doğdukları ada. Çok keyifli ama yorucu bir gezi oldu. Dönüşte koskocaman tekne azgın denizi zor geçti, biz bakalım küçücük teknemizle ne yapacağız. İnternette hava durumuna baktık, daha da kuvvetlenecek gibi. Mazot alıp pasaport işlemlerini yapalım diyorduk ki Pazar her yer ve her şey kapalı. Mazot bulamadık. Port Police’de işlemleri tamamladım. İmigration Havaalanındaymış, oraya gittik, kimse hiçbir şey bilmiyor. Uzun uğraşlardan sonra sabah gelmeye karar verdik.

27 Ağustos 2005 Cumartesi

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-VII

MİKONOS
Süper Paradise’da plaj günü ilan ettik. Çıplaklar tarafında güneşlendik, Mustafa’lar gelince normal tarafa geçtik. Öğleden sonra 5 gibi çıkalım derken sefa pezevenkliği tuttu 19:00 da demir aldık ama çok keyifli bir gündü. Izgara kalamar, hem de mürekkep balığının tümü ızgara süper bir şey ve 10 Euro. 7 şiddetinde yıldızda çok hızlı şekilde batıya doğru seyredip, adanın tamamını katedip, burnu dönüp kuzeye vurunca, burundan yedik fırtınayı, 2500 devir de 3 m. dalgaya karşı gidiyoruz, serpinti tekneye paralel geçiyor. Karanlık olduktan sonra Yeorgio kayalığının oraya geldik, oradan içeriye döneyim diyordum sonra bir kayalık daha çıktı ve ışıkları düzgün yakılmamış bir balıkçı! 180 derecelik bir dönüşle kayalıklardan çıkıp kuzeye biraz daha çıkıp koya öyle girdim, bir ara balıkçıyla çarpışacak şekilde aynı rotada gittik, sonra ona yol verdim, o geçince içeriye kırdım. Sırılsıklamım, milleti de deniz tuttu, sert hava ve karanlık ve kayalar. Burnumuzu marinaya dikmiş giriyorum, fenerini görmemiz lazım, yok… GPS’le kontrol ettim, direkt girişi tutturmuşuz, ama marina falan yok. Resmen yok… Nereye gideceğiz şimdi, gece, fırtına, sonra Pınar bak balıkçı bir yere giriyor dedi, balıkçı barınağı, peşinden biz de. Marinanın yerinde henüz balıkçı barınağı gibi bir yer var. Usturmaçaları dizdik, süt liman içeriye girdik. Feneri çok soluk, ancak 200 m den falan biraz gözüküyor. İçerisi tıklım tıklım dolu, hiç yer yok. Boş boş dolanırken, birisi bağırdı bir teknenin üstüne yönlendirdi. İskeleden bağlanacağız, usturmaçalar, palamar halatları iskeleye. Çok güzel yanaştık ve bağlandık. Baktım Mustafa 40 yıllık dostuyla muhabbet eder gibi birisiyle konuşuyor, adam “I am the fisherman, I know, I know” diyor. Bize yol gösteren açıktaki balıkçıymış. Ertesi sabah ona teşekkür ettim. Tekneyi oraya güvenli bir şekilde bağlayıp durmamız, gezideki en sevindiğim 2. olay oldu. Süppeer. Gece Mikonos’a çıktık. Çok güzel bir kasaba, çook güzel heer şeeeey…

26 Ağustos 2005 Cuma

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-VI

MİKONOS Öğlen gibi Ayios Annas’dan yola çıktık, yelkenle Paradise-Süper Paradise, Elias Beach’e doğru yola çıktık. Hava çok rüzgarlı, çok korunaklı süt liman bir yer yok bu adada. Bayağı dolandıktan sonra Süper Paradise’a demiri koyalım dedim. Sahile iyice yaklaşıp uzun kaloma bırakarak demir attık. Bizden başka bir Norveç yelkenlisi var, yanından geçerken selamlaştık. Denizci 2 direkli küçük bir kırmızı tekne, belli ki çok dolaşmış. Çok solugan var, ikinci demiri de atmaya karar verdim, sancak burun tarafından botla demiri bıraktık. Yürüyüşe çıktık, domates aradık, bulduk, süper makarna yaptık.

25 Ağustos 2005 Perşembe

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-V

PATMOS – MİKONOS
Hafif bir rüzgarda Patmos’un arkasına ıssız bir koya gittik. Kıyıda bira içip bir şeyler yedik minik bir tatlı su kaynağı olan sevimli bir yerdi. Devir daim hala damlatıyor ama çok zararlı değil gibi. Akşam 19:00 gibi Mikonos’a doğru yola çıktık hesaplarıma göre 10-11 saatte varmamız lazım. Ben 20:00 gibi yattım. Naife 12:00 ye kadar kitap okuyarak nöbet tuttu. Rüzgar yok, yüksek ölü dalga var, tekne bayağı sallanıyor. İkaria feneri 25 milden gözüküyor. İnanılmaz bir fener, eminim bir çok gemiciye çok yardımcı olmuştur. Bizi eliyle tutup diğer fenere kadar elleriyle teslim etti. Ben saat 03:00 gibi nöbeti devir aldım. Rüzgar esiyor. Katapodia feneri hafiften belli oldu. Yelkenleri bastım, hızımız motordan 0.5 saat kadar yüksek ve rotamız çok iyi. Bıçak gibi, Katapodia fenerinin hafif güneyine rota tutuyoruz. Mikonos’a yaklaştıkça çam ve bitki kokuları gecenin içinden bize kadar geliyor. Yelkenle çok hızlı geldik. Hava aydınlanınca yanaşalım diye düşünmüştüm ama saat 05:00 haritadan Ayios Annas’a girelim diye düşündüm ve GPS yarıdımıyla koya girip demir atik. 06:00 da yattik.

24 Ağustos 2005 Çarşamba

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-IV

PATMOS
Saat 12 ye kadar keyifli bir kahvaltı yapıp, Mustafa’dan cok keyifli klasik müzik dersleri alıp süper tatlı muhabbetlerden sonra denize girip ufaktan gidelim dedik. Yüzüp tekneye gelince, motoru çalıştırdım, bir motora öylesine bakayım dedim, gördüm ki altı çok su dolmuş, temizledim, su nerden geliyor diye bakarken, devir daim pompasının siyah hortumunun girdiği yerden damlaların geldiğini gördüm. Borunun patlamış olduğunu düşünüp bantla yama yaptım ama damlama azalmadı. Ben hortumdan olduğunu sandığım için sağa sola hortum sormaya gittim, bu arada Mustafa bir baktım bir tane usta ayarlamış. Lakis tekneye geldi (cep tel: 00306974094394) hortumu çıkardı, sapasağlam, devir daim pompasını çıkardı götürdü. O-ringleri bozulmuş, orijinal yedeği olmadığı için değişik bir conta takmış, yeniden damlama yaptı biraz daha düzeltmeler yaptı. Şimdi damlama yok, en kısa zamanda orijinaliyle değiştirin dedi ama sizi bu yapılan 1-2 ay rahat götürür dedi. 100 Euro bayıldık!!! Impeller yeni değişmiş ve sapasağlammış.Tüm bu uğraşmalar hava kararana kadar surdu. Sonuçta bir gece daha burada kalıp ertesi gün yola çıkmaya karar verdik. Zaten Patmos hepimizin hoşuna gitmişti. Akşam teknede yedik sonra çıkıp çok sevimli ve orijinal bir bahçede içki içtik.

23 Ağustos 2005 Salı

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-III

KALİMNOS – PATMOS
08:00'de Pınar kalktı. 9:30 da Mustafa denize atlarken bir şekilde demir taradığını farketmiş, Pınar beni kaldırdı, kalkıp motoru çalıştırdım hemen, çıktığımda kayalar yanımızdaydı. Kayaya inip tekneyi ittim. Pınar az yol verdi, hafif hafif çıktık. Tekne hiçbir yerden hiçbir yere değmedi. Nasıl değmedi anlaşılır gibi değil. Pınar kitap okuduğu için demir taradığımızı fark etmemiş. Ucuz atlattık, sayılır. Neyse ki gece taramadı. Kayadan sıyrılıp demiri toplayınca bari yola çıkalım dedik. Rüzgar olmadığı için motorla Leros Lakkhi limanına doğru girip ıssız bir yerde 6.5 m ye saat 12:00 gibi demirledik. Deniz akvaryum gibi, Poyraz’a korunaklı bir yer. Saat 14:30 Leros’dan ayrılıyoruz.18:00 gibi rüzgarsız havada motor seyriyle Patmos limanına vardık. Önden demir atıp kıçtan kara yaptık. Seyyar petrolcudan yakıtı fulledik. 20 Euro. Patmos şirin bir kasaba, tepede Aziz Yuhanna (St. John) manastırı var. Patmos Atos yarımadasından sonra Ortodoksların en önemli 2. yeri. Kale gibi bir manastır, içindeki hazine, ikon ve kitapları korumak için. Akşam güzel balık, ahtapot, kalamar yedik, şarap içtik. Adam başı 10 Euro. İyi yemek, iyi servis, iyi atmosfer, çok hesaplı.

22 Ağustos 2005 Pazartesi

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-II

KOS – KALİMNOS
Port Police ile işlemleri yaptık 16 Euro tuttu… 12.00 gibi Marina’dan ayrıldık. Mazotu ve yedek depolari doldurduk (20 Euro). Rüzgar 5, Poyraz, dalga 1.5m. Saat 15:00 e doğru Pserimos’ta çok güzel ve poyraza korunaklı kimsenin olmadığı bir koyda 4 m’de demirledik. Sonradan bir Yunan yelkenlisi geldi, yakınımıza demirledi, demir taradı üstümüze çıktı. Sonra uzaklaştılar. Botla karaya çıkıp keyif yaptık. Süperdi. Sefa pezevenkliği yapıp 4 saat kadar orada kaldık. 19:30 gibi yola çıktık ve güzel bir gece motor seyriyle 21:30 gibi Kalimnos Vlikadia’da 6 m 'e demirledik. Yolda kıç feneri yanmadı. Tamire çalışacağız. Vlikhadia taverna ve evlerin olduğu küçük bir fiyord. Sakin bir yer. Bizden başka 2 yelkenli daha demirlemiş. Demir fenerlerini yakmamışlar. Biz de yakmadık.

21 Ağustos 2005 Pazar

BODRUM-MİKONOS-ALAÇATI/2005-I

YALIKAVAK – KOS Ekip Mustafa, Naife, Pınar ve Ben (Haldun Mengü)
Yalıkavak marinadan 15:00 gibi çıktık. İstikamet Kos. Rüzgar 7-8 Poyraz, dalga 1.5 m – 2m. -Saat 19:00 gibi Kos Marina’ya yanaştık. Görevliler gayet sempatik. Türkiye’den resmi çıkış yapmadık. Direkt Yalıkavak’tan Kos’a geldik. İyice yaklaşınca Yunan bayrağını gurcataya çektik. Kost’ta resmi işlemler:
1) immigration’da paslar ve teknenin registery’si gerekiyor.
2) Customs office’de 30 Euro ve Transit Log alınıyor ve
3) Port Police’e gidilip işaretlendiriliyor.
Resmi işlemler toplam yürümeler dahil en az 1.5 saat sürebiliyor. Kimse herhangi bir aksilik çıkartmadı ve tüm işlemleri kibarca ve hızlı şekilde yaptılar. Port Police akşam kapanıyor, customs office de akşam 9 gibi kapanıyor. İmmigration teorik olarak 24 saat açıkmış. Port Police ve customs office saat 8:30 da açılıyor. Artık sıcak duş yapılamıyor çünkü seyir esnasında ısınsın diye yukarıya koyduğumuz sıcak su torbası denize doğru uçuşa geçti. Seyir esnasında herkesi deniz tuttu, herkes yarımşar dramamin aldı ve herkesi uyku bastı. Yine de çok güzel, rahat ve sorunsuz bir seyir oldu. Bu arada sabah Yalıkavak’ta Naife cüzdanının kaybolmuş olduğunu fark etti içinde 500 Euro, kredi kartları, ehliyeti varmış. Taksi durağına sorduk, gece şöförü bulmuş, sağolsun getirdi. İçindeki her şey tamdı. Hepimiz çok sevindik…
Kos’un gece hayatı çok iyi ve sevimli. Hem çılgın, hem de sakin yerler var. Dinlenik olup geç saatlere kadar keyifli şekilde eğlenilebilir. Herkes bir sürü güzel kız olduğunda hemfikir. Marinada geceleme 16.78 Euro. Elektrik, su ücretsiz.