4 Ekim 2010 Pazartesi

Ayvalık-Bozcaada

Ömer'in dürtmesiyle uyandım...
-Hemen kalk, başımız dertte!
-Hayrola?
-Taramışız, şu an açık denize doğru sürükleniyoruz...
-Yok canım! Daha neler??
-Ciddiyim...

Ömer gibi birisinin bu cümleyi etmesi zaten başlı başına tedirgin edici birşey. Hemen kalktım, ama inanasım gelmiyor. Tamam çok sert rüzgar vardı, tamam nereye attığımızı görmedik, ama buralar daha önce defalarca demirlediğimiz-güya-bildiğimiz sular!
Güverteye çıktığımda, tekne rüzgara bordasını vermiş, rüzgaraltındaki Poyraz adanın batı ucuna doğru, yavaş ama kararlı bir devinimle sürükleniyordu!
Resmen taramışız... Olacak şey değil, ama oldu işte!
Hemen dümene geçtim, motoru çalıştırdık, Ömer ırgatta, diğerleri hala günün yorgunluğu sebebiyle içerde horul horullar.
Saat geceyarısı 2 gibi, saatin alarmini 4'e kurmuştuk, ama tekrar gidip demir atmak kadar saçma bişey olamaz. Çıktık bir kere gideceğiz....
Hazırlıkları yaptık, 25 üstü esen sert rüzgar var, karadan geliyor. Çapa çıkınca tüm etrafının erişte dolu olduğunu gördük. Herhalde gidip bir erişte yığınına attık demiri, gece vakti o karanlıkta nasıl göreceğiz? Verilmiş sadakamız varmış diyorum, bir yandan da kendi kendime muhakeme ediyorum.
Bu denizcilik işi en ufak bir ihmale gelmeyen, ciddi bir iş. Tüm gün boyunca çok başarılı bir şekilde inanılmaz kısa sürede, inanılmaz bir konstrüksiyonu tamamlamış olmamız bizi başarılı bir denizci yapmıyor... Ya da o konunun burada buraya demir atmakla hiçbir alakası yok! Yukardan bakan, "dur şimdi çocuklar yorgundur, onları kollamak iyi olur" falan demiyor. Eğer doğru zamanda doğru hareketi yaparsan herşey yolunda gidiyor-gün içinde olduğu gibi-ama başka şeylere, şansa, özellikle de geçmişine güvenip "ahkam kesme" pozisyonuna girince hiç affetmiyor...
Ve işin ilginci, intikam almak, hırs yapmak falan gibi insani duyguları da yok doğanın... Esiyorsa esiyor işte, mesela "Çanakkale Boğazı geçit vermedi" gibi ifadeler, ne kadar insani ama gerçekten uzak yaklaşımlar...
Çanakkale Boğaz'ında esen rüzgarın umurunda değil ki bunlar, onbinlerce yıldır esiyor. Geçersin-geçemezsin tamamen sana kalmış!
Neyse uzatmayıp, konuya dönelim...
Poyraz Adayı sancakta bordalayıp, Güneş Adası fenerlerine doğru yelken açtık. GPS'te 10 knotla gidiyoruz. Adayı geçtikten sonra yelkenleri ayarlamak için rüzgara döndüğümüz sırada, Ömer'in dehşetle büyüyen gözleriyle kendime geldim! Başüstünden bana "gördün mü?" diye bağırıyordu...
Neyi göreceğim diye geriye baktım, teknenin pupasında kalmış, sudan 1-2 metre yükselen devasa beyaz bir cisim gördüm! Ahanda bu ne?
İlk aklıma gelen mülteci kayığı oldu! O civarda bu mevsim, insan kaçakçılığı çok artmış olduğu için bir şişme bot ve içinde nice insani dramlarla karşılaşabileceğimiz endişesiyle, korka korka geri döndük. Beyaz cisme doğru kısa bir süre seyredince, denizin ortasında devasa bir gemi şamadırası olduğunu tespit ettik. Yine şanslıyız... Bu gece 2 oldu, dur bakalım işallah 3 olmaz!
Edremit Körfezi içinden gelen sert rüzgarla Müsellim Kanalı'na doğru rota tuttuk. İhbarlara göre, kanala girdikçe hava hafifleyecek. Cidden de öyle oldu...
Yelkenle seyrediyoruz, bir önceki gece sert dalgada iskele seyir fenerimizi kaybettiğimiz için, fenerlerin hepsini söndürdük, gece seyrinde ampulu gözünü alıyor insanın. Harika bir gökyüzü altında, nefis yelken yapıyoruz.
4 saate varmadan Babakale'yi bordaladık. Güneş henüz ağarıyor.



Oltaları suya atıp, yattım uyudum. Vardiya Erol Ağabey'de.
Babakale-Bozcaada arası yaklaşık 20 millik, dikine-kuzeye bir seyir. Rüzgarın sert ama poyraz olması avantajımıza, Anadolu kıyısına yakın seyredince çok kaba deniz kaldırmıyor. Motor yelken tırmanıyoruz.
Saat 10.00 gibi Bozcaada mendireğine girdik.
Net bir manevra ile kıçtankara olduk. Sabah mahmurluğunu üstünden atamamış Ada, henüz yeni yeni uyanıyor. Zaten kışın gelmiş olmasıyla da ritmi oldukça yavaşlamış, yazın hareketliliği, yerini huzurlu bir dinginliğe bırakmış.



Ada'nın bu halini hep sevmişimdir. Tekneyi toparlayıp, Çamlık'a uzadık. Amaç tartışmasız "sulu yemek"! Çorba var mı sorumuza negatif cevap veren tüm esnaf homurdanmamızdan nasibini alıyor.
Çamlık'ın altındaki lokantaya yayılıyoruz. Nefis yemekler.
Ufak tefek eksikleri tamamlayıp, otobüs bileti için Kaan'ı ofise yolluyoruz. İki vapur olduğunu, ilkinin saat 13.00'te diğerinin 18.00 de olduğunu öğreniyoruz.
İlkine yetişmemiz imkansız. Diğerinin ototbüsleri ise geceyarısı Çanakkale'den kalkıyor. Bu ertesi gün Istanbul'da olacağımız anlamına geliyor, ama yapacak bişey yok.
Kaan önden gidiyor, onu yolcu ediyoruz.
1-2 saatlik uykudan sonra tekneyi toparlamaya girişiyoruz. Uzun sürüyor, ama kılpranga oldu kızımız...
Bozcaada'da 3-4 günlüğüne bırakınca, taramasından endişe ettiğimiz için, kıç koltukları gevşetip, Lotus'u 2-3 metre kadar açığa alıyoruz. Varagele ile botu sabitliyoruz, yoksa inip-binmek mümkün değil.
18 vapuuruna neredeyse tam zamamnında atlıyoruz. Sert poyraza rağmen sıcak çay, güvertede kendimize gelmemizi sağlıyor.



Sallantılı bir minibüs yolculuğu ile Geyikli'den Çanakkale'ye sefer, terminalde sona eriyor. Otobüs biletlerimizi aldıktan sonra, ver elini kordon. Bilinen Yalova Restaurant yerine, Rıhım Lokantası'na oturuyoruz. Menü palamut, salata, meze ve rakı!
Herşey harika...
Otobüsün koltuğuna kafam değer değmez uyuyorum.
Uyandığımda Istanbul'dayız...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder