23 Aralık 2010 Perşembe

Motor Tamiri-VI: Yerleştirme



Motor Rıza Usta'nın atölyede toplandığı ve çalıştırıldığı için, artık çıkarttığımızdan daha ağır... Yaklaşık 150kg kadar olduğunu sanıyorum.
Ölçtük biçtik, sökmeden içeri alabiliyoruz ancak salona sokarken merdiveni yerinden çıkartmamız gerekebilir.
Önce tekneye alma. Yine aynı sistem tekneyi iyice karaya yanaştırıp, balançina ile direğe bastık. Sahilden aldığımız bir emniyet ile, motoru havaya kaldırdık.
Önce havuzluğa taşıdık, oradan aynı şekilde kaldırdık ve merdiveni sökerek genişlettiğimiz ana girişten motoru salona indirdik.



Kıçtankara sahile bağlı Boğaz'daki bir tekne, yaşamayan pek gözünde canlandıramaz belki, ciddi sallanır. Büyük tonajlı şileplerin dalgalarından birinde, salonda uçuşan motorun pandül gibi sallanmasına engel olamayıp, harita masasına çakmamız haricinde bir komplikasyon olmadı! ))
Yerine taşıdık. Rıza konuya gayet hakim. Arka kulakların yerleştirilmesi sırasında zorlandık. Bütün işi kısacık zamanda bitirdik.



Tam çalıştıracağız motoru, içimize sinmedi, egzost hortumunu söktük. Altından çıkan egzost manifoldu delik deşik olmuş, hiç farketmemiştim.
Nasılsa elektrik düzeneğimiz yok, acelemiz de. Çalıştırma işini şimdilik erteledik...

20 Aralık 2010 Pazartesi

Motor Tamiri-V: Toplama ve Rektifiye.



Motoru tüm parçaları ile tekneden dışarı taşıyıp, atölyeye götürdüğümüz için toplama kolay olmuştu. Rıza Usta'ya bu konuda güvenimiz tam.
Piston kollarının, krankın, biyellerin sorun çıkarmadığını. Sadece segman ile kurtulunmayacağını, yatak-gömlek değişmeyen Perkins Prima M60'ın rektifiyeci tarafından düzeltildiğini söyledi.
Subaplar, guidelar değişti. Takım conta almadık ama kapak contası orjinali aldık.
Enjektörlerden teki kapağa kaynamış, o değişti, diğerlerinin memeleri değişti. Pompa ayarlandı. Krank ön keçesi değişti. Isıtma bujileri kontrol edildi.
Marş motoru söküldü bakıma gitti. Marş solenoidi yeniydi.
Motor kazındı boyandı. Tatlı su ve yağ kuleri yakın zamanda değişmişti zaten. Deniz suyu pompası yeni ayarlanmıştı. Tatlı su devri daimi sorunsuzdu.
Egzost manifoldu neredeyse parçalanmış. Egzost borusu ile beraber değişti.
Separın filtresi değişti.
Hararet ve yağ müşiri değişti.
...ve motor monte edilecek hale geldi!!

8 Aralık 2010 Çarşamba

Motor Tamiri-IV: Alternatifler



Perkins Prima M60, Volvo 2020 bloğu ile aynı. 4 silindir, ısıtma bujileri olan, dizel bir makina. Detaylı özellikleri ve servis manueli internetten de bulunabilir. Sağolsun Nusret (Başaran) bize orjinalini verdi.
Bizim makinayı önce yenilemekle ilgili konuştuk. Perkins'in ana distribütörü Oto Orman. Yerleri Sirkeci'de, linki http://www.otoorman.com/perkinssabre.asp.
M60 Perkins'in yenisi için şanzıman ve motor paneli dahil 13.ooo TL istediler. Kulakların yerleri değişmeyeceği, şaft ve pervane ile ilgili en az sorun yaşayacağımız için tercih edilir diye düşndük.
Perkins'in bir de 85HP modeli var. Aslında o da aynı blok ancak turbo olduğu için gücü arttırılmış. Dolayısıyla yere adaptasyonu ile ilgili yine çok az sorun yaşanır o modelle de. Ancak tabi yakıt tüketimi daha fazla olacak ve meblağ da 17000TL'ye çıkıyor.
Aynı gce sahip diğer markalara bakıldığında Yanmar 75HP makine, şanzıman ve panel için 24.000, Volvo ise 22.000TL talep etti.



Perkins'in piyasada bulunan, marinize edilmiş modelleri de mevcut. Kara taşıtları özellikle de traktör için kullanılan modellerini marinize etmişler. Daha çok balıkçılar ve yer darlığı sorunu yaşamayan teknelerde yaygın olarak kullanılıyor. Ancak sadece blok 200 kg civarında. Daha da önemlisi oldukça büyükler. Bizim koltuk altına sığmaları mümkün değil. Fiyatları 7000 TL civarında olmasına rağmen vazgeçtik.

Aynı grupta Yanmar'ın forkliftler için ürettiği makineler var. Marinize etmek mmkün. Bunlar "fındık" motor olarak biliniyorlar oldukça küçük ve hafifler. Ancak orjinal birşeyi bozup yerine adapte bir sistem yapmak istemedik.
Bu arada Rıza Usta'dan rektifiye için çok makul bir fiyat gelince, kendi motorumuzu toplamaya karar verdik.

28 Kasım 2010 Pazar

Motor Tamiri-III

Şu son kalan enjektör için Rıza ustadan rica ettim. Boşmuş o gün, hemen atladı geldi sağolsun. Enjektörlere giriştik, çektirme de var, hepsini aldık ama teki kaldı.
Bu arada Erol Ağabey de geldi...
Ne yapsak? Ne yapsak? düşünüyoruz ama mesele belli, biz bu motoru sökeceğiz ))
Aynen giriştik, önce ıvır-zıvır. Zaten, kayışı, ön kasnakları, pompayı falan sökmüşüz. Kapağı da alalım, hem motorun içini görürüz, zaten rektifiyci de söker enjektörü diye düşündük.
Ok! Tamam!
Kapağa giriştik aynen. Önce üst kapak ve egzantrik.
Ben diğer tarafta egzost, kuler ve manifoldla uğraşıyorum. Rıza Usta solda elektrik aksamını alıyor...
Neyse dağıttık makinayı ama kapak civataları anlamsız. 15 metrik kafalara soktuğumuz lokma ucu, (mutlaka 6 köşeli olacak, yıldız olmayacak, sert metal marka bilinen bir ürün) olacak. Neyse 4 adet lokma uzatma kolunu uc uca ekleyerek, sonra da ayakla kaktrıdık. Mümkün değil, 3 lokma elimizde kırıldı
Taş motoruyla, sallanan kabinde, altımız mazot etrafa fışkıran kıvılcımların mazotla iştiraki olmamasına en büyük gayret göstererek civata kafalarını çürüttük. Keskiyle ve ağır çekiçle-her zamanki gibi- çıkarttık.
Motor silindrler ve pistonlar düşündüğümüzden kötü çıktı.
İş büyüyecek gibi, Rıza Usta ve Erol Ağabey'le bir küçük fikir teattisi: Motoru dışarı alacağız! Atölyeye gidecek mecbur:
Volan koruması, kulaklar, şanzıman, kaplin vs derken zaten dağıtmışız motoru, 50-70 kiloluk bloğu balançina ile kaldırdık, doğru güverteye. Direğin tepesine bağlı motoru kıçtankara bağlı Lotus'un güvertesinde hoppadanak dışarı almamız yarım saat sürmedi.
Bu arada bir de küçük mevzuu oldu, Sanatçı Geçinen Kesim'den birileriyle ama burasının konusu değil. Neyse, dilimiz ısırıp işimizi bitirdik...
Bakalım bu motor işini nasıl yapacağız?

Motor Tamiri derken Arama-Kurtarma

Cumartesi işim erken bitti, gidip şu krank keçesine bakayım dedim. Ama bu işte geniş portföye sahip tiplerin hepsi (Taksim'de Perşembe Pazarı'nda veya Sirkeci'dekilerin) bayağı ekabir tipler. Çoğu öğlen işi kapatıyor...
Kös kös geri geldim.
Erol Ağabey, Kaan teknedeler. Esma ve Tayfun Güler de yürüyüşteymişler Boğaz'da uğramışlar bize, sağolsunlar. Yapacak bişey yok, bari sohbet falan derken telefon çaldı.
Ali (Özer) aradı:
-Mehmet?
-Evet?
-Pendikten çıktık, Adalara doğru yükseldik...
-Eeee?
-Motor durdu!
-Ne diyorsunnnn? Şaka mı?
-Evet evet...
-Neredesiniz tam?
-Cırtt.. Pırtt... sesleriyle telefon bağlantısı kesildi.
Haydaaa buyrun buradan yakın.
Ciddi Lodos var, Marmara tarafı bu havada kesin çok sallıyordur. Kesin ya hava yaptı, ya da pislik tıkadı. Ama neden yelkenle gitmiyorlar ki bu havada?
Neyse, olan olmuş...
İrtibat için Daksar'ı aradık. Telsiz teması istedik. Bence yapılacak şey geri dönüp, Burgaz'ın kuytusunda bir tonoza bağlanmak.
Burgaz lokantalarını arayıp hatta birini organize bile ettik. Teması Daksar sağlayacak, bekliyoruz...
Neyse hemen aradılar, sağolsunlar.
Temas kurmuşlar, durumu anlatmışlar.
Bu arada motor da çalışmış ama, onlar da rotalarına (Boğaz'a gelmek istiyorlar) devam etmişler. Tam girişte bir kere daha stop etmiş mendebur, bir daha aç, üfle falan açmışlar pisliği... Neyse bir şekilde çalıştırmışlar, Kuruçeşme'de durmayıp Poyraz'a yollandılar.
İşin selametle bittiğine çok sevindik hepimiz

23 Kasım 2010 Salı

Tamirat-I

Bayram geçti, dümen işi zaten programdaydı, motoru sökmeyi de dahil edip bir öğleden sonra giriştik...
Sedat Ağabey (Öztekin) de gelmiş İstinye'den, önce dümeni dışarı aldık.
Düzenek aynı Ayvalık-Setur örneğindeki gibi
Üstü 2 parmak midye bağlamış, koca lehundayı Kuruçeşme'de pontona almamız bayağı zor oldu... Tam bir eşek ölüsü.
Ferhat tam zamanında geldi ve koca dümeni kamyonete yükledik. Bakalım nasıl olacak?
Nasılsa vaktimiz var, motora da bir bakalım deyip, giriştik.
Aslında bütün mesele, mazot pompasını ve enjektörleri sökmek. Ama ne yaptıysak alamadık ufaklıkları dışarı. Motor ısınınca bol bol pas sökücü sıkmak ve bunu en az 3-4 kez tekrarlamak tavsiye ediliyor ama olmadı bir türlü.
Servis manueli bir çektirme tarif etmiş.
Enjektörün başına geçen-ince diş 7'lik-bir sert çelik pimi, en az 30 cm uzunlukta olacak şekilde vira ediyorsun. Üstüne en az 1 kiloluk gidip gelen bir ağırlık takıyorsun. Çelik pimin dışta kalan kısmına iki tane kontra civata allahına kadar asılarak vuruyorsun. Eksende çektiğin için çıkıyor...
Mehmet'in (ERTA-bu arada yeni fabrika acayip bişey olmuş, hepsini tebrik ediyorum) bu çektirmeyi dizayn etmesi sadece yarım saat sürdü.
Aldım geldim asıldık da asıldık, beceremedik.
3 numara bir türlü çıkmıyor...
Bakalım ne yapacağız?

21 Kasım 2010 Pazar

Denizcilik Virüsü ve Beş Çaylak Tayfanın Yelken ile İmtihanı

Metne başlamadan önce üşenmedim, saydım: sadece salonumda irili ufaklı 9 yelkenli maketi mevcut. Balkonumdan Yeşilköy Marina gözüküyor ve teknelerin direkleri, her balkona çıkışımda beni adeta selamlıyor. “Gün bugündür, hasret değil kavuşma vaktidir” dedik ve Ekim ayının serin bir yazdan kalma akşamında, kuzene uyup vurduk kendimizi Kuruçeşme yollarına. Deniz kenarında oturup yelken yapmaya neden Kuruçeşme'ye gidilir sorusu doğru olmakla birlikte muhattabı ben değilim, kuzen. Mehmet, nam-ı değer “Doktor” karşıladı bizi ilkin. Ardından Erol Abi ile tanıştık ki kendisi dünya tatlısı bir zat-ı muhterem; tek başına ayrı bir yazı konusu. Teknemiz Lotus; başlangıç için 47 feet boyu ile biraz büyük olsa da, bizim gibi konformist keyif adamları için mekanın hacmi bakımından şahane bir seçenek. Bu arada ekibin geri kalanı ile tanıştık, önceleri herkes biraz çekingen olsa da, eğitime eşlik eden biralar ile sohbet koyulaşmaya başladığında her Türk evladı gibi biz de Doktor'a “Abi kaça böyle bi şey” diye sormak kaydı ile meraklı ergen arkadaşlar kıvamına çabucak geldik. Doktor iyi adam, bir de Türkçe konuşsa muhteşem olacak; teknenin sağı-solu gibi çok basit bir konuya dahi iskele-sancak şeklinde yaklaştığından, acaba önceleri tıp okurken öğrenilen Latincenin etkisi ile denizin ve rüzgarın dünyasında da bize denizciliğin ağa babası memleketlerin dilini mi öğretecek diye düşünürken, anladık ki bu işin de kendi jargonu, daha doğrusu kültürü varmış.

İlk eğitimi iç mekanda aldık (onun da bir ismi var ama şimdi anımsamıyorum). Öğrendiğim tek şey karaya bağlı bile olsanız, iç mekanın, kulak sıvısı karaya alışkın biz sıradan ölümlülerde, mide bulantısına neden olduğu idi. Ha bir de oturduğunuz koltuktan tutun da merdiven arasına değin heryerden bir dolap, bir fonksiyonalite fışkırıyor ki neyi nereye koyduğunuzu anımsamak için IQ'nuzun ortalamanın üzerinde olması şart. Neyse ki buzdolabının, yani biraların yeri çok ortada da, temel ihtiyaçlarımızı giderme konusunda bir sıkıntı yaşamadık.

Tekne nedir, yelken nasıl yapılır, bu iş kaça mal olur gibi bilgileri alıp bol bol sohbet edip birbirimize ısındıktan sonra, elimizde bir aptal ip, birkaç sayfa döküman ve bir CD ile tekneden ayrılıyoruz. Biralar tekneden inerken yine teknik adını anımsamadığım ve karaya ulaşmamızı sağlayan küçük tahta parçasını kolay geçmek konusunda cesaret veriyor olsa da, tam üzerindeyken kulak sıvısına kaçan alkolün denge duyusunu “sarhoşa bağlaması” nedeni ile korkutuyor. Neyse ki ıslanmadan karaya ulaşıyoruz. Gidilen mesafe 0 (yazı ile sıfır) ama yaşanılan macera ve alınan keyif, özellikle başlangıç için oldukça iyi.

Teorik bilgileri bira eşliğinde alıp sağlanan dökümanlara hiç bakmayan ve tüm anlatılanlardan sadece “tekneye gelirken tüketebileceğinizi düşündüğünüzden yüzde on fazla ekmek ve alkol almayı almayı ihmal etmeyin” maddesini hatırlayan bir tayfa olarak, ilk tanışmamızdan bir hafta sonra, sabah erken saatlerde tekrar istikamet Kuruçeşme olmak kaydı ile yola çıkıyoruz. İçimizde mide bulantısı ile ilgili az da olsa bir korku var ve kahvaltının hemen üzerine modern tıbbın mucize haplarından birkaç adedi ile kendimizi emniyetli bölgeye alıyoruz.

Önce alış-veriş, sonra ufak yerleşim derken demir alma vakti geliyor. Fakat o da ne, demir falan yok; koltuk bağları, tonoz, izbarço falan gibi hiç anlamadığım kelimelerle dolu cümleler kuruluyor. Galiba diğer tayfalar verilen dökümanları hatmetmiş ve birtek ben elimde fotoğraf makinesi ile olaya -Fransız olsa yine iyi-, gayet Japon kalıyorum. Öyle böyle derken boğazdayız; haydi bakalım Vira-Bismillah.

Köprünün hemen altında demirli ve son dönemde güzel hanımlardan mütevellit ziyaretçileri ile adından sıkça söz ettiren Savarona'ya selam çakıp boğaz çıkışına doğru sağdan ve kıyıdan yol alıyoruz.

Boğaz karadan her ne kadar harika gözüküyor olsa da denizden bambaşka. O çok beğendiğiniz ve hep hayalini kurduğunuz spor arabanın içine girip direksiyona geçmek misali keyifli boğazın ortasında seyre dalmak İstanbul'u. Bildiğinizi sandığınız birçok tarihi mekanı, yıllar önce punduna getirip de deniz kenarında ilk kez öptüğünüz sevgilinizle olan anılarınızın olduğu iskeleleri, bir başka açıdan görmek hem anıları tazeliyor, hem de hayata yeni bir bakış açısı, yeni bir perspektif getiriyor. Tabii ki bakmasını bilen, gönül gözü açık profillere.

Boğazda yelken açmak yasakmış, motor marifeti ile seyrediyoruz. Motorumuz bir traktör motoru ve sesi ile boğazda seyreden bir yelkenliden ziyade, orta anadoluda buğday tarlasında çalışan bir biçer döver hissiyatı veriyor ama kulağınızı rüzgarın şarkısına odakladığınızda boyut değiştiriyor ve gözünüze dikine giren sabah güneşine inat, çocukluğunuzda okuduğunuz o macera dolu kitapların kaptanı oluveriyorsunuz bir anda.

İstikamet Kalamış Marina. Erol Abi bizi orada bekliyor ve marinaya girişimiz ile birlikte gözlerimiz fırıldak misali dönmeye başlıyor. İstiyoruz ki Mehmet bize her teknenin fiyatını söylesin ve beğendiğimiz birisini hemen alıp haftaya adalara doğru yola çıkalım. İşin kötüsü karar vermek çok zor; cehaletin verdiği özgüven ve mutluluk ile gönlümüze göre birisini seçip markasını kalbimizin bir köşesine yazıyoruz. “Ben” diyorum, “kırmızıya aşık bir maviyim”, “o yüzden şu mavi gövdeli olan benim”. “Gövde değil borda” diye düzeltiyor kaptan, hayallerimi katı gerçekçiliği ile darmadağın ederek.

Yanaşıyor ve Erol Abi'yi alıyoruz. Bu tekne işinde kalkmak ve yanaşmak bir eziyet doğrusu. Hani çok iyi araba kullanan ama paralel park yapamayan hanımlar vardır ya, teknede onlar ile empati kurmak çok kolay. Sanırım uçak kazalarının seyir halinden çok kalkış ve inişlerde olmasının nedeni benzer. Cahiliz ya bu konuda, bilmediğimiz için sadece fikir yürütüyoruz; doğrusunu National Geogaphic'in “Uçak Kazaları” programını yapan ekibine sormak lazım.

Erol Abi de tekneye ayak basınca herşey tamam oluyor: bir kaptan, bir makinist ve beş tayfa olmak üzere Lotus üzerinde yedi kişiyiz ve artık adalara doğru yola çıkabiliriz. Yelken basmak istiyoruz ancak rüzgar mevcudiyetini sınırlı tutuyor. Biz yine de bir mil falan eklesin hızımıza diye genovayı açıyoruz ama serdümenin, -eğitime yeni başlayan biz beş tayfadan birisi olması nedeni ile-, kafası karışıyor. Dümen dediğiniz şey motorla hareket ederken direksiyon misali ama yelken açıkken dümen tutmak marifet. Neyse ki kaptan konuya müdahale ediyor ve çakma serdümen, yelken açıkken dümen tutmayı yavaş yavaş öğreniyor.

KınalıAda kıyılarındayız. Kıyıda döküntüler var ve açıktan almamız lazım geliyor. Serdümen yine dağılıyor zira yönümüz değişince yelken “yapraklamaya” başlıyor ve iki arada bir derede kalıyoruz. Bu arada motorumuz da çok eğlenmediğini söyleyen şarkılar mırıldanmaya başlıyor. Nedir diye kulak kabarttığımızda sorun sinyalleri alıyoruz. Önce bilgisayarlardan alıştığımız üzere kapatıp açmayı deniyoruz, kapattıktan sonra tekrar çalıştırmayı beceremeyince birbirimize bakıyoruz. Bu teknecilik mevzu zor iş galiba; o an herkes kendi teknesinde “yalnızken bu olsa ne halt ederdim” diye düşünüyor birbirine çaktırmadan. Neyse ki yelkencilerin piri, şahı, feriştahı Doktor, kumandayı alıyor ve yelken marifeti ile istikamet değiştirip Kalamış Marina'a geri dönüyoruz.

Motorsuz yelkenli bana çok keyif veriyor ve yıllar önceki yamaç paraşütü deneyimlerimi anımsatıyor: ses, atmosfer, rüzgar ve keyif, başka türlü bir dünyanın varlığını fısıldıyor, ipucu veriyor, hayal ettiriyor fakat ne olduğunu asla tam olarak ele vermiyor. “Gel ve kendin keşfet” diyor.

Teknede bir makinist (BaşÇarkçı mı demeliyim) olur da bu mucit kişinin zihni çözüm üretmeden durur mu, elbette hayır. Telefonlar açılıyor, Rıza isimli bir tanıdık ile konuşuluyor ve biz marinaya yaklaşırken ortadan kaybolan Erol Abi, “biz yelkenle marinaya nasıl yanaşırız şimdi” diye düşünürken içeriden “marşa basın” diye bağırıyor ve tekne ilk denemede sorunsuz çalışıyor. Deniz kızlarının söylediği şarkıları bize taşıyan rüzgarın sesinin kesildiğine mi üzüleyim yoksa güvenli bir şekilde marinaya yanaşabileceğimize mi sevineyim bilemiyorum o anda. Zaten yelken yapmakla ilgili duygularım karmaşık, kıyıyı seyre dalıyorum. İstanbul denizden hem bir başka güzel, hem de pek bir çapraşık. Kafam, içilen biraların da etkisi ile “bir dünya”. Acil müdahale iskelesine yanaşıp motoru kapatıyoruz, Erol Abi elinde bir motor parçası ile kıyıya atlayıp Cumartesi günü olmasına rağmen sanayinin yolunu tutuyor motosikleti ile. O esnadan büyük bir dalga bizi iskeleye vuruyor ve arkası da geliyor. Kıyıda, teknenin bu kadar sallanmasına mı şaşırmalıyım yoksa güvenlik için hızla karar verip önlem alma telaşına mı düşmeliyim diye düşünürken oyumu ikinci seçenekten yana kullanıp hızla teknenin kıyıdan uzaklaşmasını sağlıyoruz. Motorumuz çalışmadığı için Setur'un botları bizi güvenli alana çekiyor ve tekneyi bağlayıp Erol Abi'yi beklemeye koyuluyoruz. Hala yılmadık, inançlı ve hevesliyiz. Kaptan bize bunların çok doğal olduğunu, işin rutininde sürekli bu tip hadiseler yaşandığını anlatıyor. Doğrusu gözümüz biraz korkuyor.

Gün batımına yakın Erol Abi geri geliyor, botla onu acil müdahale iskelesinden alıp tekneye getiriyoruz. Ufak bir bekleme süresi akabinde motor çalışıyor ve tekrar adalara doğru yola çıkıyoruz.

Günü denizde batırmak harika ama güneşin kaybolması ile birkaç saat önce şarkılar fısıldayan rüzgar “hard-rock” esmeye ve ısırmaya başlıyor. Hep söylerim, Türk insanın talihsizliği bebeklik döneminde yapılan kundaklardır. O nedenle bedenlerimiz eğri büğrü gelişir, o nedenle soğuğa karşı dayanıksız yetiştiriliriz. Dağcılıkla uğraştığım üniversite yıllarım aklıma geliyor o anda. Zamanında Türkiye'de açık olan en yüksek zirveleri görmüş, defalarca metrelerce karın içerisinde çadırda yatmıştım fakat daha ilk kampımı yapmadan önce kendime -30 dereceye kadar sıcak tutan bir uyku tulumu almayı ihmal etmemiştim. Ahh o kundaklar olmasa bizler böyle dayanıksız olmayacaktık ama olmuş bir kere, ne gelir elden. Kundağın büyük hali uyku tulumum yanımda, gece bana üşümek yok diyor ve rahatlıyorum.

Yolda gaz telimiz kopuyor fakat bu sefer hiç endişelenmiyoruz çünkü mucit Erol Abi beş dakika içerisinde ipli ve manüel bir çözüm üretiyor. Zaten hiç kuşkumuz yoktu ilginç ama işe yarayan bir çözüm sunacağından Erol Abi'nin.

BurgazAda'ya geçiyoruz. Eski bir balıkçı teknesine “aborda” oluyoruz (sahil yerine teknenin kendisine yanaşıyoruz). Sonra zıp zıp zıplayarak ve elalemin teknesine ayak basmak sureti ile kıyıya çıkıyoruz. Bana sorarsanız ayıp ama denizcilik kültüründe makul bir hareketmiş. Karadakiler de zaten bizi bu şekilde yönlendiriyor.

Son yarım saatimi, teknenin kıçında üşüdüğümden içeride dergi okuyarak geçirdiğim için, ısınan vücudum yeniden dışarı çıkmam ile titremeye başlasa da AdaKeyf restauranta girişimizle birlikte rahatlıyor. Fatoş Abla bizi kapıda karşılıyor, Hakan bize masamızı gösteriyor ve başlıyor alkol eşliğinde enfes mezelerin servisi. Daha önce KüçükKeyifler'de de yazmıştım, mekanın spesyalitesi midye salma, hararetle öneriyorum. Çok açız, tabir-i caiz ise yumuluyoruz kızarmış ekmek eşliğinde mezelere ve salataya. Mideler dolunca sohbet koyulaşıyor ve içilen rakının da etkisi ile seyrelen kan vücudun her köşesine yüksek ısı taşımaya başlıyor. Biraz çiroz, biraz da söğüş karides sipariş ediyorum. Ardından tekir tava geliyor ki tekirin kokusuna karşı tererddütlü Erol Abi bile, balığı çok lezzetli buluyor.

Gece yarısı oluyor, vakit demir almak vakti (halbuki yine demir yok, abordayız). Tekneye atlıyor ve doğruca HeybeliAda'nın arkasında, doğal korunaklı bir koy olan ÇamLimanı'nın yolunu tutuyoruz. Koya vardığımızda bu sefer gerçekten demir atıp tekneyi iyice sabitledikten sonra koyu bir sohbet başlıyor. Kuzen ben dışarıda yatacağım gazına gelince uyku tulumunu ona teslim edip ertesi güne sağ çıkmasını sağladıktan sonra kamarama çekilip hafif dalgalar ile salınan teknemizde derin ve güzel bir uykuya “yelken açıyorum”. Rüyamda deniz kızları ile dans ettiğimi eşime sakın söylemeyin, sanırım kıskanır.

Sabah sisli ve güneşli bir aydınlığa uyanıyoruz. Çiğ yağmış ve teknenin her yanı ıslak. Erol Abi herkesten önce uyanıp kahvesini hazırlamış. Tekne mis gibi kahve kokuyor. Güzel bir kahvaltının ardından, mevsimlerden yaz olsa rahatlıka denize girilebilecek ve adalar çevresinde görülmeye değer birkaç koy dolaşıyoruz. Uzunca bir süre kaldığımız ve şimdi adını anımsamadığım bir koyda, suyun berraklığına bakıp “acaba girsem mi?” diye düşünsem de elimi suya daldırdığımda, hislerim bana “saçmalama” diyor. Halbuki daha geçen hafta Antalya'da 3 gün boyunca denizdeydim.

Güneşe karşı demlenirken, Doktor botu suya indiriyor ve “size biraz midye getireyim de yemek yapalım” diyor. Yarım saat içerisinde bir dolu midye ile tekneye geri dönüyor. Arda ile midyeleri bir güzel ayıklıyorlar fakat midyelerin büyüklüğü fırında kaşar ile pişirmeye uygun değil, çok küçükler. Konuya dahil olmam gerekiyor ve midyeler elimde mutfağa giriyorum. Midyeleri tereyağında birkaç kez çevirip domates, tuz, sarımsak, karabiber, kimyon ve kırmızı toz biber eşliğinde pişiriyorum. Ardından beyaz şarabımız olmadığı için DryMartini ile demliyorum. Diğer yandan ise makarnamız pişiyor. Dün akşamki çirozların bitiremediğimiz bölümünü ise Fatoş Abla paket yapmıştı ki aklıma onlar geliyor. Ekmekleri dilimleyip zeytinyağı, yeşil zeytin ve çiroz ile tabakların yanına servis ettikten sonra makarnanın üzerine Martini'de demlenmiş midyeleri koyuyor ve birer yaprak defne yaprağını üzerine yerleştirip güverteye çıkarıyorum. Şarabımız kırmızı ve yoğun bukeli, sohbetimiz koyu ve oldukça neşeli.

Ara sıra geçen deniz otobüsleri ufuk çizgisini sallasa da, adanın yamacındaki çam ormanlarında cilveleşen sevgililere karşı denizde keyif yapmak pek bir hoş. Bu yelken işi galiba beni sarmaya başladı.

Öğle yemeğinin ardından yeniden demir alıyoruz. Adaların kuytusundan sıyrılıp Marmara'nın açığına yönelmemiz ile, pek de ortalarda gözükmeyen rüzgar kendisini nihayet gösteriyor. Önce eski dostların uzun süreden sonra karşılaşması misali mesafeli biçimde selamlaşıyoruz. Serde motorcuyuz; rüzgar ise motosiklet dünyasında nasıl can dostsa, yelken için de aynen öyle. Önce çekingen, ardından tutkulu biçimde sarılıyoruz birbirimize. Rüzgara olan aşkımız dillere destan ya, ilk anda temkinli hareket etsek de sonradan açılıp aşkımızın şehvetli dakikalarını balon basarak taçlandırıyoruz. Tekne hafif yana yatıyor ve işte yelkencilik virüsü o esnada tüm tayfanın kanına giriyor. Artık iflah olmaz birer denizciyiz. Biralar yenileniyor gün batıma değin rüzgar ile defalarca sevişiyoruz.

Karaya vardığımızda o yanaşma telaşı, sevgilisi ile karısına basılmış koca karikatürlerini anımsatıyor bana. Herkes bir panik ve koşuşturma içerisinde. Sağ salim yanaşıyoruz ama seyir esnasında açıp da boğaza girişimizle birlikte bakımının yapılbilmesi için söktüğümüz ana yelken direği içerisindeki mekanizma inanılmaz bir gürültü çıkarıyor. Ne olduğuna sonra bakmak üzere, sesi kesmesi için ana yelkeni yeniden takmaya çalışıyoruz ancak o da ne, ana yelken bir türlü tam olarak mekanizemaya sarılamıyor. Uzun uğraşlar sonunda yelkeni kapadığımızda hiçbirimizde enerji kalmamış durumda fakat virüs kanımızda dolaşırken yüreğimizi teslim alıyor. Arabaya atlayıp eve dönerken içim geçiyor ve mavi bordalı teknemde görüyorum kendimi o kısa yolculuk esnasında. Kuzen “uyan hadi geldik” dediğinde saat akşam dokuz buçuk civarı.

Eve geliyorum ve PerakendeBülten'de, bu hafta yazmam gereken makalenin başına oturuyorum. Bilgisayar ve oturduğum sandalye sürekli dalga alıyor. Salonda bir tur atıp bilgisayarın başına geri dönüyorum ama bina sallanmaya devam ediyor. Çaresiz yatağın yolunu tutuyorum. Sabah işe gitmek üzere uyandığımda güneş aralanan perdeden göz kırpıyor. Giyinme odasına girerken küçük ayak parmağımı tabureye çarpıyorum ve farkediyorum ki bizim bina halen dalgalanıyor. Belli ki bugün Salı olmadığı halde gün sallanıyor olacak ve yanılmıyorum; ofis binası da sürekli dalga alıyor ve dalgalı seyir ertesi güne kadar devam ediyor.

İlk yelken seyahatimiz böyle nihayetlenmişken geçenlerde bu seferi yineledik. Yaşadıklarımız ise bir sonraki yazıda.

Sağlıcakla,
Burak GÜNBAL




Bu seyir Kasım 2010'da yapılmıştır

20 Kasım 2010 Cumartesi

Eğitim Seferi


Çamlimanı'nda Sabah

Lotus II ile uzun zamandır planladığımız bir eğitim seferini, teknenin Istanbul'a gelmesi ile gerçekleştireceğiz.
Cenk'in organize ettiği, çok kafa 4 arkadaşı (Arda, Burak, Vedat ve Zühtü ile) Erol Ağabey'in de katılımı ile bir haftasonu, teknede konaklamalı bir organizasyon yapacağız. Tekne konaklamalı eğitimler sanırım daha pekiştirmeli oluyor...
Gerçi hava hiç esmeyecek ancak, konunun yelken harici bölümlerini, teknenin ve ekipmanının tanınması, yanaşma ve bağlanma, seyir ve navigasyon, motor ve tekne içi yaşamla ilgili şeyler konuşacağız
Fırtına tedbirleri bir başka sefere
Umuyorum hoş bir seyir olacak...

Cenk'in ağzından seyir:
bayramın haftasonunda denizcilik egitimi icin doktor, erol abi,zuhtu,arda,vedat,kuzen(burak) ve ben kaptan jenk sparrow birlikteydik.egitim ama ne egitim.mars motorumuz denizde bozuldu ama moraller bozulmadı.vardır bi hayır dedik.kalamısa donup lotusu bordaladık.erol abi karaya cıkıp mars motorunu halletti ama aksilik bu ya bu seferde gaz teli koptu.onuda pratik bi cozumle motordan ip baglayıp gaz teli yaptık.gunes yeni batmıstı koltukları cozup avara olduk.rotamız burgaz ada keyf meyhanesi.keyifli muhabbetin yanında rakı balık dahada keyifli oluyor.gece ordan ayrılıp heybeli camlimanı koyuna demirledik.gece millet kukrememden rahatsız olmasın diye acık havada kuzenin uyku tulumunda yattım.iykide dısarda yatmısım.ertesi gun doktorla vedatın hazırladıgı nefis kahvaltıdan sonra demir alıp Leandros'ta kuzen ve vedatın ustun cabalarıyla tabiki dumende ben kıctan kara yaptık.doktor ogle yemegi icin bolca midye topladı.ardayla beraber midyeleri ayıkladılar.iki gun boyunca ardanın yaptıgı tek seydı.kalanında nemi yaptı.bol bol uyudu.sonra yola koyulup Burgazada-Kalpazankaya'da tonoza baglandık.kuzenin yaptıgı nefis midyeli makarnanın yanında sarabımızı icip yavas yavas lotusun kurucesmedeki yerine dogru yola cıktık.bu yazıya donup baktıgımda hep yemis icmisiz gibi gorunuyo ama aslında cok sey ogrendik.zaman zaman yelken actık.hatta bi ara balon bile bastık.velhasılıkelam kurucesmeye dondugumuzde herkesin keyfi superdi. ama daha isimiz bitmedi.


Arda ve Vedat


Zühtü


Kuzen Burak


Kaptan Cenk "Spari"

3 Kasım 2010 Çarşamba

Lotus Kuruçeşme'de...

Geçici süre Bebek'te alargada kalan Lotus, kışı geçirmek üzere Kuruçeşme'de Galatasaray Adası İskelesi'nin yanındaki asıl yerine geçti.
Burada tonozda, kıçtankara bağlandık. Erol Ağabey ile, koltuk halatlarımızı, tonoz bağlantılarımızı hallettik. Elektrik ve su derdimiz de şimdilik halloldu gibi.

En yakın zamanda, teknede yapılacak işlere girişeceğiz...
1-Dümen palası sökümü ve tamiri
2-Motor bakımı ve tamiri
Devridaim biraz kaçırıyor gibi sökmek gerekecek gibi
Enjektörleri ne kadar uğraştıysak sökemedik, onunla uğraşacağız. Umuyorum bu iş için kapağı sökmemize gerek kalmaz.
Eğer o tarz bir majör tmire girişirsek, belki motoru tamamen dışarı alıp rektifiye ettirmek de gündemde.
3-Motorun üstündeki elektirk aksamı sorunlu, onları en kısa sürede elden geçirmemiz lazım.
4-Otopilotumuzu tamir edemiyoruz, bunun hal çaresini bulmamız lazım
5-Pis su tankımız kaçırıyor. Başaltındaki krom lehundayı kaldırıp atacağım, yerine plastik bir tane yerleştireceğiz.
6-Becerebilirsem iç aydınlatma ile dışa aydınlatmaları ve navigasyon ışıklarını LED'e çevirmeyi istiyorum.
7-Bunun yanında Webasto menfezlerini takmak, etiketleri hesaplamak ve takmak, yelkenleri sökmek, küçük tamirleri var onları elden geçirmek gibi küçük meseleler var...
8-Bunların yanında zaman kalırsa, su depolarını sökmek ve temizlemek istiyorum.
Bakalım... Zaman tüm cevaplanmamış soruların cevaplarını içinde gizler derler ;)

30 Ekim 2010 Cumartesi

29 Ekim Kutlamaları ve Gösteriler



Kız geldi ya artık Boğaz Seferleri ve eğlenceleri başladı. Bunların en vazgeçilmez olanı kesinlikle 29 Ekim kutlamaları. Geçen sene de ondan önceki senelerde de hep yaptık, Lotus'a doluşan farklı farklı misafirlerimizle, suyun üstünden müthiş ışık gösterisini izlemek çok zevkli oluyor.
Ancak bu seferki misafirlerimiz çok farklı ve çıkış için bir önemli nedenimiz daha var! Müyesser ve Celal Özdemir'in 50. evlilik kutlaması amacıyla denizdeyiz.
Aslı ve Raşit Özdemir'in de sene-i devriyesi ama henüz onlar "altın" yıldan birazcık uzaklar ))
Velhasıl hava soğuk falan ama, Boğaz'daki gösterinin iptal edilmediğini öğrenince doğru Lotus'a gittik. Önden giden ekip olarak motoru çalıştırdık, Webasto'yu falan açıp, tekneyi ısıttık.
Ekibin geri kalanının gelmesiyle, Bebek Taxi ile tekneye doluştuk.
Palamar çözüp, Boğaz Köprüsü altına geldiğimizde, tekneler yerlerini almıştı. Sahil Güvenlik cirit atıyor, atılan havai fişeklerden kimsenin bir zarar görmemesini sağlamaya çalışıyordu.

Hava geçtiğimiz senelere göre oldukça serin. Dümen tutanın vay haline..



Birbirimize sarılarak ısınmaya çalıştık.



...ve sonra gösteri başladı!!!

21 Ekim 2010 Perşembe

Boğaz Seferi

Lotus artık Boğaz'da, Bebek'te şimdilik alargada demirde. Kuruçeşme'de kıçtankara bir yer kolluyoruz. Kış sezonu için ayrılacak bir tanıdığımız yerini boşaltınca, 1 Kasım'da oraya geçeceğiz.
Sağolsun Bebek Taksi Grubu hizmet veriyor, Murat'ın adamları her zamanki gibi zıpkınlar... İlk bağlandığımız gece tek tonozdan halat aldık. Tüm gece üstünde dönmüş, kontrole gittiğimde, tüm halatların karman-çorman olduğunu görmüştüm. Meğer tonoz şamandırası altında fırdöndü yokmuş, önlü-arkalı bağlamak lazımmış. Ruşen Kaptan bizi yan tarafa aldı, salimen bağladı.
Teknede malum eksikler hiç bitmiyor. Tüm seyahat boyunca su yapıyordu Lotus. Sanırım bu sefer bulduk. Meğer ön ardiye içindeki pis su tankının giriş dirseğinden kaçırıyormuş. Devre dışı bıraktık. Kontrol amaçlı 2 gün sonra gittiğimde içerisinin kupkuru olduğunu gördüm. Şimdilik problemi çözdük. Pis su tankı ya değişecek, zaten orada koskoca bir krom lehunda olmasından hiç hazetmiyordum. Plastik (tercihen polietilen) bir tankla değiştireceğiz. Benzerini eski Lotus'da yapmıştık, linki Lotus Tamir Günlüğü-Kasım 2009'dan bulunabilir

Daha bir dolu ıvır-zıvır var. Perşembe Pazarı'nda, elimde liste yapılacaklar ve alınacakları tamamlamaya çalışıyorum. Nem alıcı, kakıç ucu, LED navigasyon ampulleri, bağlanmak için kalın galvaniz kilitler ve radansalar, temizlik malzemeleri, 2x4'lük kablo, kokpit dolapları için Masterlock kilit, sürtünme ve aşınmaya engel olması için yangın hortumu, vıdı-vıdı... Bir dolu malı motorsiklete yükledim tekneye geldim.

Akşam kalabalık bir davetimiz var, kutlama gibi olacak... Mümkün mertebe herkese haber verdim. Önce Eyüp Ağabey ile Erol Ağabey geldi. Biz hemen tekne içini dağıtıp, Webasto'nun elektriğini çektik. Başka bir devreden almaktansa, direkt panele çekmeyi tercih ettik. Erol ağabey sağolsun hazır girmişken iki büklüm, kıç ambarda borusunun izolasyonunu yaptı, termostatının yerini ayarladık. Salonda sabitledik.
Webasto ile ilgili dikkat edilmesi gereken şey, kesinlikle elektriğinden kapatmamak. Ayar düğmesinden off konumuna getirdikten sonra, iyice soğumasını bekleyip ondan sonra elektriği kapatmak gerekiyor.
Bu arada telefon geldi, Turhan Ağabey (Akman) Kandilli vapur iskelesindeymiş, "gelip alır mısınız?" diye sordu. Onu orada bırakacak halimiz yok ya, atlayıp gittik. Lotus'u şamandıralardan çözdük, sonra da tekrar eski yerimize yanaştık.
Teknede hala bir dolu iş var, Turhan Ağabey de girişti, ufak tefek işleri tamamlayıp, teknenin içini ve aletleri toparlayınca da millet gelmeye başladı.
Bebek'ten alacaklarımızdan sonra yine karşıya geçip, Ömer, Hakan (Zorlu) ve Taner'i yine Kandilli'den ama bu sefer daha alengirli bir manevrayla aldık.
Herkes tamam gibi diye düşünürken, telefon çaldı Hakan (Irıklı) "yetişiyorum" dedi... Onu da Beykoz'a yanaşıp alacağız... Tam Dilenci Sefası gibi oldu Lotus, her iskeleye yanaşıp birilerini alıyoruz )))
Neyse, rota Erol Ağabey'in haklı baskısıyla Kavak. Poyraz'a dönen hava sebebiyle güneye kaçan balıkçıların arasından sıyrılarak kuzeye yükseldik. Kavak'ta, iskelede üst-üste bordalamış bir dolu balıkçı kayığının en üstüne yanaştık. Sağolsunlar halatımızı aldılar.

Sahilde anlaştığımız bir lokantanın en üst katını resmen kapattık. Sohbet süperdi, servis de fena değildi ancak bu mevsimde bize bu kadar kötü balık vermeleri, Kavak'ın ününe hiç yakışmadı...



Bu sırada Ömer ile beraber aynı anda, Lotus'un kıçının açtığını farkettik. Atlayıp gittiğimizde, balıkçının bağladığı tarafın çözülmüş olduğunu gördük. "Kim olursa olsun, ne kadar güvenirsen güven, karaya çıkmadan atılan bütün bağları kontrol et de tekneden öyle çık" sözü kendini haklı çıkardı...
Lokantadan vakitlice ayrıldık. Akıntının da yardımıyla hızlı bir seyirle Bebek'e döndük. Yanaşmamız yine bir olay. Kakıçımız suya düştü. Allahtan Serdar var... Yaklaşık 100 metreden, gecenin o karanlığında kakıçın su üstünde duran minicik ucunu gördü de tekrar bulduk, evlayilekliğimizi...
Yardıma gelen Emrah Taxi ile yanaştık. Karşıya geçenlere bir de Kandilli seferi yaptı sağolsun. Harika bir Boğaz gecesi, yine ufak-tefek aksilikler ama kazasız-belasız mutlu bir şekilde bitti... Darısı nicelerine

10 Ekim 2010 Pazar

Boğaz'dan Boğaz'a...

Gece gürültüyle uyandım. Zaten 2 haftadır, başımıza gelenler yüzünden, evde bile artık tilki uykusunda uyuyorum. Bilenler bilir, uyku konusunda karanlık bir geçmişim var! Bu gibi anlarda iyice arpalıyorum...
Ama bu seferki yanlış alarm değil galiba. Don gömlek güverteye fırlayınca Ömer ve Turhan Ağabey'i, çıldırmış bir boğa gibi direğin tepesinde bir o yana bir bu yana tepinen balonla boğuşurken buldum. İndireceğiz mecbur, karanlıkta "tut orasını-çek burasını" nidalarıyla öfkeli lehundayı kutusuna koyduk, çok şükür...
Ömer tüm bunlara sebep olan, koca bir gemiyi gösterdi. İlginç! Yanında devasa ağ atmış bir de balıkçı var. Büyük geminin seyir ışıkları yanıyor ama güverte ışıkları da faal! Bunun mümkün olamayacağını-yani güverte ışıkları yanan bir geminin gece seyredemeyeceğini-ertesi gün Erol Ağabey'den öğrenecektik... Ama heyhatt!!
Neyse balonu takmadan ve yırtmadan indirdik ya, bu da bişey.
"Daha vardiya değişimine var, istersen yat uyu" denilince itirazsız kendimi kamaraya attım. Bana sanki sadece 2 dk geçmiş gibi gelmişti ki Turhan Ağabey'in sarsmasıyla uyandım...
"Arada fena yağmur bindiriyor, sıkı giyinin" dedi. Dediğini yaptık. Erol Ağabey'le güverteye çıktığımızda ara ara serpiştiren bir yağmur vardı, aman fazlası "aşık usandırır"...
Ömer bize Şarköy ve Hayırsız Ada fenerini gösterdi. İlginç, bayağı uzağız ama herhalde Lodos'tan olsa gerek gökyüzü pırıl-pırıl. 15 milden görmemiz gereken feneri neredeyse, 25 milden şıkır-şıkır görüyoruz.
Bu aslında iyi bişey mi kötü mü emin değilim. Çünkü motor yelken neredeyse 7-8 millerde gidiyoruz ama bir türlü karaya yaklaşamıyoruz! Moral bozucu yani...
Lapseki'de 40 litre takviye etmemize rağmen, mazot durumumuz kötü. Marmara Adası'nda yanaşıp mutlaka depoyu doldurmamız lazım.
Ada'ya geldiğimizde saat 06.00'dı, henüz gün ağarmamıştı. Mazot iskelesine bir şekilde yanaştık, ama pompacı etrafta yok. Eyüp Ağabey "ben pompacıyı bulurum" diyerek, köye aramaya çıktı. Ağarlaşan göz kapaklarımın baskısına artık dayanamayıp, uyumuşum.
Uyandığımda hava aydınlanmış, Eyüp Ağabey'i hala pontonda, pompacıyı beklerken buldum. Sabah kahveye gitmiş, köy halkıyla sohbet etmiş, kahvaltı etmiş, sokaklarda dolaşmış biraz ama pompacıya ulaşamamış bir türlü.
Marmara Ada'lı Hüsam'ı (Özenç)arayıp, meseleyi çözelim diye telefonu elime aldığımda pompacı da geldi.
Depoyu doldurduk, ufak tefek eksikliklerimizi tamamladık ve Ada'dan avara olduk. Boğaz'da güneyden gelen bir rüzgar, işimizi kolaylaştırıyor. Anayelken ve genova fora. Rüzgar tam istediğimiz yön ve şiddette olunca, genovayı indirip balonu bastık.
Asmalı'yı bordalayınca nispeten azaldı, güzel bir seyirle Istanbul rotasındayız artık. Önümüzde 11-12 saatlik bir açık deniz seyri var.



Durum böyle olunca sohbet koyulaştı. Eyüp Ağabey, geçmişten gelen çok ilginç ve heyecanlı, yaşantı-anı tadında, ototbiyografik bir giriş yaptı. Şahsen çok etkilendim. Ben vardiyayı bıraktığımda, öğle güneşi iyice etkisini göstermiş, sohbet de yakın zamanda Avrupa ve Dünya'yı etkisi altına alan siyasi akımların masaya yatırılmasına dönüşmüştü.
Uyandığımda, rüzgar kuzeye dönmüştü. Batı-Karayel doğrultusunda 3-4 kuuvetinde esiyordu. Buna da şükür. Anayelken artan dalgalarla iyi abrıyor ama balon veya genova zorlanıyor.
Birden bire ortaya çıkan yunuslarla, seyrimiz bir anda neşelendi. Hava zaten oldukça ısındı, keyfimiz yerine geldi. Turhan Ağabey'in devreye girmesiyle harika bir sofra yaptık!



Büyükçekmece açıklarında güneye dönen ve sertleşen havadan yararlanmak için tekrar balon bastık. 4-5 kuvvetinde hava ile kuzeye yükseliyoruz.
Boğaz'ın girişinde, önümüzden çok yakın geçen bir konteynır gemisinin dalgası tüm güvereteyi süpürdü, açık heçlerden giren su miktarı inanılmaz.
Bu kadar dalga kaldıracağına hiç birimiz ihtimal vermemiştik. Toparlayabildiğimiz kadar içerisini toplarladık, balon ıslak, sintineyi bastım, şilteler ve minderler hatta salonda masanın üstündeki haritalar bile nasıl ıslanmış anlatamam. Artık nasıl kurutacağız kış vakti emin değilim?
Boğaz'a girdiğimizde, güneş batıyordu. O şehr-i Istanbul ki, üstündeki inanılmaz güzel ışık oyunları eşliğinde ilk defa bu sulara gelen Lotus'a, sanki "hoşgeldin" der gibiydi...
Kız Kulesi, Dolmabahçe, Ortaköy , Köprü ve Akıntı Burnu derken işte Bebek!

8 Ekim 2010 Cuma

Bozcaada-Lapseki



Lotus'u Bozcaada Balıkçı Barınağı'nda bırakıp geri dönmemizin üstünden daha henüz 3 gün geçmemişti ki tekrar yola koyulmak üzere hazırlıklara başladık. Melih Ağabey veya Raşit'in gelmesini çok istiyorum ama ikisi de meşguller, bakalım.
Erol Ağabey müsait, Ömer "benim için de uygun" deyince, çekirdek kadro oluştu. Uzun bir motor seyri olacağa benziyor, işin kötüsü otopilotumuz arızalı. Dümen tutacak, teknecilikten anlayanlara ihtiyacımız var. Eyüp (Oğan) Ağabey ve Turhan (Akman) geliyoruz deyince doğrusu çok sevindim...
Tek yön seyir olacağı için, bizi oraya bırakacak birilerine ihtiyacımız var. Bu konuda Sergün sağolsun tüm imkanlarını seferber etti. Oldukça lüks bir minibüsümüz ve bizi oraya bırakıp geri dönecek bir şoförümüz var.
Yolculuk Cuma gece yarısı, saat 03.00 gibi başladı. Sohbet muhabbet şeklinde, Gelibolu'ya oradan motorlarla Çardak tarafına geçtik. Geyikli sahiline ulaştığımızda, ilk sefer 09.00 vapurunun kalkmasına daha yarım saat vardı.
Hemen sahildeki çardakta, çaylarımızı içip tavla oynadık. Kahvehane kültüründe geniş bir tecrübesi olduğu aşikar olan Eyüp Ağabey'i karşıma almamakla ne isabetli davrandığım kısa sürede ortaya çıktı... Meğer sadece tavlada değil, tüm kağıt oyunlarında tam bir "kurt" olan Eyüp Ağabey'le en kısa sürede kanlı bir partide buluşmak üzere sözleştik, koştura koştura vapura bindik.
Taze bir poyrazla Ada'ya geçtik. Birgün önce zar-zor da olsa, Babakale'yi geçip Bozcaada'ya sığınmış Erol Akyiğit ve arkadaşlarıyla buluştuk. Onlar da bizimle beraber aynı rotada yukarı devam edecekler, ancak biraz zaman kısıtlamaları var.
Bozcaada'ya yayılıp, çorba içtik, yiyecek-içecekleri temin ettik, şarap siparişlerini Çamlıbağ'dan tedarik ettik ve tekneye döndük.
Çıkmamız, öğleyi buldu.
Rota Boğaz!



İhbarlara göre, Karadeniz ve Marmara'nın doğusunda çok şiddetli fırtına var, ancak şimdilik bu civarı etkilemiyor. Marmara'yı geçmeyi planladığımız Pazar gününe kadar, şiddetini büyük oranda kaybedecek, denizi geçerken hatta hafif bir lodosla bize destek bile verebilir bakacağız.
Tam karşımızdan gelen şiddetli akıntıya rağmen, Boğaz'ı tutturduk. Bu arada Erol Ağabey'in hummalı otopilot tamir çalışması netice vermedi, dümen mecburen elde...
Ara ara eğilip dümen palamıza bakıyoruz. Boğaz trafiğini geçerken, dümensiz kalmak en istenmeyen şey. Otopilot tamirinden başarısızlıkla çıkınca teknenin orasına-burasına saldırmaya başladık. Önce sarma anayelken mekanizmasını neredeyse tamamen söktük. Ancak sorunu bir türlü tespit edemedik. Yaptığımız değişikliklerle sanki biraz daha kolay gibi ama, takıldı mı yine takılıyor...
Tekneye giren suyu boşalttık. Ancak giriş yeri hala muamma!
Anayelkendeki yırtık biraz büyümüş, tamir etmek için direğe çıkmak gerekiyor. Bir şekilde geçici de olsa hallettik, bu yolda bizi idare etsin de...
Akşam saatlerinde, Nara Burnu'nu bordalayıp, kuzeye Lapseki'ye doğru Anadolu yakasından yükseldik. Lapseki açıklarına geldiğimizde, akşam olmuştu.
Mendireğe su kesimimiz dolayısıyla giremedik, koya demirledik. Güzel bir makarna, eşliğinde şarap ve peynir ile akşam yemeğimizi yedikten sonra demir alıp Boğaz'dan çıktık. Güzel bir güneyli rüzgar var, balon bastık.
Rotamızdayız ve gayet güzel bir seyirle gidiyoruz. Yattım uyudum.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Ayvalık-Bozcaada

Ömer'in dürtmesiyle uyandım...
-Hemen kalk, başımız dertte!
-Hayrola?
-Taramışız, şu an açık denize doğru sürükleniyoruz...
-Yok canım! Daha neler??
-Ciddiyim...

Ömer gibi birisinin bu cümleyi etmesi zaten başlı başına tedirgin edici birşey. Hemen kalktım, ama inanasım gelmiyor. Tamam çok sert rüzgar vardı, tamam nereye attığımızı görmedik, ama buralar daha önce defalarca demirlediğimiz-güya-bildiğimiz sular!
Güverteye çıktığımda, tekne rüzgara bordasını vermiş, rüzgaraltındaki Poyraz adanın batı ucuna doğru, yavaş ama kararlı bir devinimle sürükleniyordu!
Resmen taramışız... Olacak şey değil, ama oldu işte!
Hemen dümene geçtim, motoru çalıştırdık, Ömer ırgatta, diğerleri hala günün yorgunluğu sebebiyle içerde horul horullar.
Saat geceyarısı 2 gibi, saatin alarmini 4'e kurmuştuk, ama tekrar gidip demir atmak kadar saçma bişey olamaz. Çıktık bir kere gideceğiz....
Hazırlıkları yaptık, 25 üstü esen sert rüzgar var, karadan geliyor. Çapa çıkınca tüm etrafının erişte dolu olduğunu gördük. Herhalde gidip bir erişte yığınına attık demiri, gece vakti o karanlıkta nasıl göreceğiz? Verilmiş sadakamız varmış diyorum, bir yandan da kendi kendime muhakeme ediyorum.
Bu denizcilik işi en ufak bir ihmale gelmeyen, ciddi bir iş. Tüm gün boyunca çok başarılı bir şekilde inanılmaz kısa sürede, inanılmaz bir konstrüksiyonu tamamlamış olmamız bizi başarılı bir denizci yapmıyor... Ya da o konunun burada buraya demir atmakla hiçbir alakası yok! Yukardan bakan, "dur şimdi çocuklar yorgundur, onları kollamak iyi olur" falan demiyor. Eğer doğru zamanda doğru hareketi yaparsan herşey yolunda gidiyor-gün içinde olduğu gibi-ama başka şeylere, şansa, özellikle de geçmişine güvenip "ahkam kesme" pozisyonuna girince hiç affetmiyor...
Ve işin ilginci, intikam almak, hırs yapmak falan gibi insani duyguları da yok doğanın... Esiyorsa esiyor işte, mesela "Çanakkale Boğazı geçit vermedi" gibi ifadeler, ne kadar insani ama gerçekten uzak yaklaşımlar...
Çanakkale Boğaz'ında esen rüzgarın umurunda değil ki bunlar, onbinlerce yıldır esiyor. Geçersin-geçemezsin tamamen sana kalmış!
Neyse uzatmayıp, konuya dönelim...
Poyraz Adayı sancakta bordalayıp, Güneş Adası fenerlerine doğru yelken açtık. GPS'te 10 knotla gidiyoruz. Adayı geçtikten sonra yelkenleri ayarlamak için rüzgara döndüğümüz sırada, Ömer'in dehşetle büyüyen gözleriyle kendime geldim! Başüstünden bana "gördün mü?" diye bağırıyordu...
Neyi göreceğim diye geriye baktım, teknenin pupasında kalmış, sudan 1-2 metre yükselen devasa beyaz bir cisim gördüm! Ahanda bu ne?
İlk aklıma gelen mülteci kayığı oldu! O civarda bu mevsim, insan kaçakçılığı çok artmış olduğu için bir şişme bot ve içinde nice insani dramlarla karşılaşabileceğimiz endişesiyle, korka korka geri döndük. Beyaz cisme doğru kısa bir süre seyredince, denizin ortasında devasa bir gemi şamadırası olduğunu tespit ettik. Yine şanslıyız... Bu gece 2 oldu, dur bakalım işallah 3 olmaz!
Edremit Körfezi içinden gelen sert rüzgarla Müsellim Kanalı'na doğru rota tuttuk. İhbarlara göre, kanala girdikçe hava hafifleyecek. Cidden de öyle oldu...
Yelkenle seyrediyoruz, bir önceki gece sert dalgada iskele seyir fenerimizi kaybettiğimiz için, fenerlerin hepsini söndürdük, gece seyrinde ampulu gözünü alıyor insanın. Harika bir gökyüzü altında, nefis yelken yapıyoruz.
4 saate varmadan Babakale'yi bordaladık. Güneş henüz ağarıyor.



Oltaları suya atıp, yattım uyudum. Vardiya Erol Ağabey'de.
Babakale-Bozcaada arası yaklaşık 20 millik, dikine-kuzeye bir seyir. Rüzgarın sert ama poyraz olması avantajımıza, Anadolu kıyısına yakın seyredince çok kaba deniz kaldırmıyor. Motor yelken tırmanıyoruz.
Saat 10.00 gibi Bozcaada mendireğine girdik.
Net bir manevra ile kıçtankara olduk. Sabah mahmurluğunu üstünden atamamış Ada, henüz yeni yeni uyanıyor. Zaten kışın gelmiş olmasıyla da ritmi oldukça yavaşlamış, yazın hareketliliği, yerini huzurlu bir dinginliğe bırakmış.



Ada'nın bu halini hep sevmişimdir. Tekneyi toparlayıp, Çamlık'a uzadık. Amaç tartışmasız "sulu yemek"! Çorba var mı sorumuza negatif cevap veren tüm esnaf homurdanmamızdan nasibini alıyor.
Çamlık'ın altındaki lokantaya yayılıyoruz. Nefis yemekler.
Ufak tefek eksikleri tamamlayıp, otobüs bileti için Kaan'ı ofise yolluyoruz. İki vapur olduğunu, ilkinin saat 13.00'te diğerinin 18.00 de olduğunu öğreniyoruz.
İlkine yetişmemiz imkansız. Diğerinin ototbüsleri ise geceyarısı Çanakkale'den kalkıyor. Bu ertesi gün Istanbul'da olacağımız anlamına geliyor, ama yapacak bişey yok.
Kaan önden gidiyor, onu yolcu ediyoruz.
1-2 saatlik uykudan sonra tekneyi toparlamaya girişiyoruz. Uzun sürüyor, ama kılpranga oldu kızımız...
Bozcaada'da 3-4 günlüğüne bırakınca, taramasından endişe ettiğimiz için, kıç koltukları gevşetip, Lotus'u 2-3 metre kadar açığa alıyoruz. Varagele ile botu sabitliyoruz, yoksa inip-binmek mümkün değil.
18 vapuuruna neredeyse tam zamamnında atlıyoruz. Sert poyraza rağmen sıcak çay, güvertede kendimize gelmemizi sağlıyor.



Sallantılı bir minibüs yolculuğu ile Geyikli'den Çanakkale'ye sefer, terminalde sona eriyor. Otobüs biletlerimizi aldıktan sonra, ver elini kordon. Bilinen Yalova Restaurant yerine, Rıhım Lokantası'na oturuyoruz. Menü palamut, salata, meze ve rakı!
Herşey harika...
Otobüsün koltuğuna kafam değer değmez uyuyorum.
Uyandığımda Istanbul'dayız...

3 Ekim 2010 Pazar

Karaburun-Ayvalık

Yemek harikaydı. Ancak yolumuz uzun, biz masada otururken yavaş yavaş rüzgarın arttığını izliyordum göz ucuyla. Koy içinde demirdeki teknenin yalpaya düşmesi dalgaların da yavaş yavaş kabalaştığının belirtisi, gece zorlu olacağa benzer...
Kıyıboyunda kısa bir tur atıp, tesadüfen karşılaştığımız düğün eğlencesini seyrettik. Birkaç ay önce benzerini bir Yunan adasında izlemiştik. Aradaki farklar ne kadar küçük ve şekilsel, esas aynı! Her kim dediyse aynı suyun iki devletiyiz biz, doğru demiş )))
Dıştan takmayı, ayarını kaçırıp biraz bolca içine eklediğimiz yağ yüzünden biraz zor çalıştırdık. Ama iki seferde herkes teknede.
Bot başüstüne alındı, motor çalıştı, fenerler yandı, teknenin içi neta, seyre hazırız. Şehrin tam karşısındaki Büyükada'yı sancakta bıraktık. Açıktan gelen dalgalar ağır. Cumhur ile ben vardiyadayım. İyice sağlam giyindik. 30 knotlarda poyraz Çandarlı körfezinin içinden ağır denizler taşıyor. Sadece motorla bazen 3,5-4 metreye varan dalgalarla boğuşmak akıl işi değil. Yelken basıp, rotayı 25-30 derece kadar iskeleye çevirdim. Bu şekilde 1-2 saatlik seyirle Midilli'nin kuytusuna gireriz diye düşünüyoruz. Nitekim de öyle oldu. Hem daha stabil bir seyir oldu hem de çok daha hızla kuzeye doğru çıktık.
Ancak aklım fikrim palada. Denizler sağdan geliyor, o taraf da dümenin sağlam yüzeyi diye kendimi avutuyorum ama nafile! Acaba dayanacak mı? Bunu ancak zaman gösterecek...
Midilli'nin güneydoğu ucundaki fenerlere iyice yaklaşıp, denizler azaldığında vardiyayı bıraktım ve yattım. 3 saat sonra kalktığımda henüz hava ağarmamıştı. Dikili açıklarında hafif-orta deniz ve 15-20 knotlarda rüzgara rağmen kuzeye seyrimiz devam ediyordu. Aradan Güneş Adası'nın fenerlerini görünce rahatladık, seyrimiz kolaylaştı.
Gün ağarmasıyla Ayvalık Kanalı'ndan geçip, Balıkçı Barınağı'na kıçtankara olduk. Ferit ve Cumhur buradan bir otobüse binip İzmir'e geçecekler. Erol Ağabey, Ömer, Kaan ve Ben yola devam edeceğiz, diye düşünürken gelen kötü haberle tüm moralimiz dibe vurdu! Anlaşılan o ki palanın sağlam tarafı da parçalanmış, tutunduğu yerden tamamen çıkmış, 2 gece önce bağladığımız kuşaklar bir kısmını yerinde tutmuş ve dümen görevi görmüş ama bu palayla Istanbul'a kadar gitmemiz mümkün değil, o kesin!
Taş Kahve'de oturup bir durum değerlendirmesi yaptık. Şıklar belli.
a-Tekneyi burada bırakıp, tamir edildikten sonra gelip alacağız
b-Tekneyi karaya alıp biz tamir edeceğiz ya da palayı İstanbul'a kargolatıp orada tamir edeceğiz
c-Dümeni denizde söküp duruma bakacağız.

Bu işleri yapmak için en uygun yer Setur Marina. Arayıp konuştum, ofisteki çocuk ya durumu tam kavrayamadı ya da anladı ama elinden bişey gelmiyormuş gibi davrandı. Her ikisi de birbirinden kötü ama bu aşamada çocuğa sinirlenmenin bir yararı yok. Kaldı ki sadece lifte almak için istedikleri para neredeyse dümen parası kadar! Dolayısıyla ilk iki şıkkı hemen eledik.
Erol Ağabey ben dümeni denizde sökerim, merak etmeyin dedi. Ömer sökersek nasılsa tamir ederiz dedi. Kaan atladı, ben de dalarım ve güzel yemek yaparım dedi. Ekip tamam!
Ayvalık tostlarımızı bitirip, Ferit'leri yolcu ettikten sonra, palamar çözüp Setur'a yollandık. Bizi bir pontona aldılar.
Erol Ağabey kendisinin "dümen dairesi" dediği kıç boşluğa zar zor sığdı, önce otopilot bağlantılarını çıkarttı, sonra dümen düzeneğini, ama dümeni taşıyan yük asıl yedek yekenin bağlantısı olarak da kullanılan üst tarafta. Oraya bir küçük kapakla ulaşılıyor.
Dümeni suyun içinde askıya aldık. Mil üzerinde bulunan 6 metrik yive vira ettiğimiz vardavela teli civatası sayesinde harika bir düzenek kendiliğinden oluştu bile. Vardavela telinin diğer ucunu direkten gelen balançinaya bağladık, direk dibindeki vinçten Ömer bu sistemi kontrol ediyor. Asılınca, Erol Ağabey yükü taşıyan kamayı çıkarttı, dümen boşta. Ancak meret üstünde kapkalın onca mil ve metal ağırlığa rağmen yüzüyor. Üstüne çıkınca kendiliğinden düştü aşağıya!
Pontona yatırdık kuzu gibi...
Şimdi olay 3 nalla bir ata kaldı diye düşünürken, yanımızdan geçen orta yaşlı bir tekne sahibi, merakla "hayrola çocuklar, geçmiş olsun" dedi. "Ağabey dün gece seyirdeyken köpekbalıkları saldırdı, şanslıyız ki sadece dümenimizi ısırmışlar" diye atılınca herkes kahkahayı koyverdi...
Bazı insanlarla "dost" olmak ne kadar kolaydır! Yıldıray Albay'la da aynen öyle oldu. Tanışmamızın üstünden daha 15 dk geçmeden onun arabasında civarın meşhur bir yapı marketinin yolunu tutmuştuk bile.
Sarf malzeme eksiklerimizi kısa sürede tamamladık, diğer alet-edevat Lotus'ta fazlasıyla mevcut zaten...
Dümenin neredeyse tekrar inşa edilmesi, 3 saatimizi aldı. Bu sırada ponton tam bir atölyeye dönüşmüştü, jet taşıyla civata kesenler, işkencelerle kontraplak sıkanlar, matkaplar, gürültüler ve toz sebebiyle etrafımıza verdiğimiz rahatsızlık için tüm Marina sakinlerinden burada tekrar özür dileriz!
Marina yönetimi hariç, hepsi bizi anlayışla karşıladı, "sizinki acil durum çocuklar, bizim yapabileceğimiz bişey var mı?" diye soranlar bile oldu... Ayrı ayrı hepsine teşekkürler.
Dümen tamam olunca bir güzel boyadık, iş takmaya geldi. Pontonda bizi izleyen meraklı gözlere rağmen, sanki hergün dümen söküyor takıyormuşçasına kendimizden emin adımlarla, dümeni tek seferde yerine oturttuk.
İş bitti, motor çalıştırıldı, alet edavatı toplayıp, palamar çözüp çıkmamız 15 dk sürmedi. Pontondaki yeni dostlarımızın şaşkın bakışları altında, geldiğimiz gibi çıktığımız marinadan gecenin karanlığına doğru dümen tuttuk.
Tüm bu koşturmaca sırasında hepimiz çok yorulmuştuk. O kafayla, açıkdeniz bile olsa, seyre çıkmak akıl karı değil. Ayvalık Kanalı'nı geçtikten sonra Poyraz adanın kuytusunda kalan kampın önüne demirledik.
Kaan maharetini konuşturup, harika yemekler yaptı. Herkese vitamin ve ağrı kesici takviyesi.
Kafamı yastığa koymadan uyumuşum...


Tamirden önceki hali


Kontraplaklar hazırlanıyor


Sabitleme


Tesviye


...ve boya

2 Ekim 2010 Cumartesi

Marathi-Karaburun

Gecenin zifiri karanlığında, herhangi bir tonozla-halatla halvet olmadan koydan çıktık. Arkhi-Marathi arasındaki boğazdan kuzeye doğru yükseldik. Nalan'ın ilettiği raporlar bu gece rüzgarın şiddetlenmeyeceği ancak bir sonraki gece itibarıyla tüm Ege'de fırtına şiddetinde rüzgar beklendiğini söylüyor. Vaktimiz var, Samos'u sancakta bırakıp Fourni kanalından yukarı çıkacağız
Açık denize çıkınca dalgalar büyümeye başladı ancak motor zorlanmıyor, camadanlı bir anayelken ile stabil bir şekilde rotayı tuttuğumuzu görünce saat 03.00 gibi nöbeti devredip yattım.
Saat 06.00 civarında kalktığımda güneş henüz ışıklarını göstermemişti, Ikaria boğazını biraz geçmiş, açıkdenizde Çeşme'ye doğru yükseliyorduk.
Buralar balık için bereketli sular, hava karanlık olmasına rağmen, her iki oltayı da iki taraftan sallandırdım. Açık deniz için hazırlanmış ağır takımlar bunlar, zaten bu civarda ufak balık gelme olasılığı da sıfır...
Tekrar yattım uyudum...
Saat 09.00 gibi, Kaan'ın bağrışıyla yerimden fırladım. Malum ses! Ekip tecrübeli. Güverteye çıktığımda, oltada hala vızıltı var, kimse dokunmamış, motor boşta, tekne iyice yavaşlamış...
Yüzme platformuna oturup, kamışı elime aldım, kemer takıldı, hazırlıklar yapıldı, kakıç-kepçe falan hepsi hazır. Hissedebildiğim kadarıyla 10 kilo civarı bir orkinos bu! Lambukalar için hem kuzeydeyiz hem de bu hayvanın hareketleri daha hantal ve ağır. Arada yol istiyor, kaloma veriyorum.
Yaklaşık 20 dk kadar sürdü, toparlayıp, görünecek hale getirmemiz. Güzel bir orkinosumuz var. Bot bir önceki gece başüstüne alındığı için balığı yüzme platformunun basamağından alacağız. Biraz alengirli bir iş, dur bakalım! Uzun kakıç Ömer'de... Punduna getirip alıyoruz içeri.



Videosu ekte: http://vimeo.com/15766951

Çok güzel bir hayvan, ama teknede bizim pişirmemiz mümkün değil, yazık ederiz. Hemen Ahmet (Semiz) Ağabey'i aradım, durumu anlattım. Ne zaman Çeşme'de olursunuz diye sordu. Kabaca saati hesaplayıp söyledik. Sağolsun hem babası hem de uzun zamandır tanışmak istediğimiz ama bir türlü fırsatını buılamadığımız Celal Üstünbaş ile buluşmuş, bizi karşılamaya Çeşme Marina'ya gelmişler.
Yanaşırken koltuğumuzu bile aldılar, sert rüzgar ile beraber geç davranınca biraz zor oldu manevra! Rezil olduk hafiften )))Ama kibarlıklarından çaktırmadılar pek...
Neyse karşılıklı hediyeler, iltifatlar, bu güzel insanları Lotus'da ağırlamak hepimizi memnun etti. Bu Gezgin Korsan oluşumuna hayranım!



Eksiklerimizi tamamladık, su ve mazotumuzu aldık, yola devam edeceğiz.
Çeşme kanalında, karşıdan gelen rüzgarla yükseldik. Rota Karaburun. Gece olmadan akşam yemeği için uygun bir yer arıyoruz. Bu balık için en ideal yerin Karaburun'da İsmet'in Yeri olduğunu öğrendik.
Boğazın çıkışında rüzgar hemen tamamen kaldı. Hafif havada balon bastık. Karaburun'a geldiğimizde hava çoktan kararmıştı. Karanlıkta bizim tekneyi mendirekten içeri sokmaya cesaret edemedim, açıkta demirledik. Botu indirip, motorunu taktık.
Balığı alıp pazarlık için biz önden gittik. Diğerleri hemen sonrasında geldi. Güzel bir masaya birkaç parça meze ve rakı eşliğinde oturduk. Servis gayet iyi, ortam da...
Ocağın başındaki kişi-adını bir türlü öğrenemedik- masamıza kadar gelip tebrik etti. restaurantın sahibiymiş. Balığı pişirme tekniklerinden falan biraz konuştuk, harika bir ziyafet çektik.
Gece rüzgar sertleyecek ama Ayvalık'a kadar yükselmeyi düşünüyoruz. Bakalım gece nelere gebe?

1 Ekim 2010 Cuma

Gökova/Karaada-Marathi

Sabah uyandığımda gün ağarmak üzereydi. Oltaları suya atıp, dümene geçtim. Cumhur ve Ömer tüm gece vardiya tutmuşlar, "gece kuşları"... ))
Orak Adasını geçip rotayı Karaada-Poyraz limanına tuttum. Dümen tamiri için uygun bir yer...
Yöre halkının sarıyaz dediği bu mevsimler teknecilik ve yelkencilik için biçilmiş kaftan, el ayak çekiliyor, sonbaharın dinginliği ve huzuru her yanı kaplıyor. Ancak seyrimiz uzun ve yorucu olacak, Gökova'nın bu güzelliklerine fazla vakit ayırmamız maalesef mümkün değil.
Biraz yavaş bir manevrayla karaya koltuk aldık. Dalıp duruma baktım. Palanın sancak yüzünde çerçeve nispeten sağlam, diğer taraf ise neredeyse tamamen uçmuş gitmiş. Bir önceki gece yarısı marangoz Mümtaz'dan aldığımız 6 lık konrtayı şekillendirip suya batırdık. Kamyoncuların kullandığı cinsten kelepçeler ve gergilerle bir güzel sıktık! Bana göre zıpkın gibi oldu.
Bodrum'a kadar 1 saatlik yolumuz var. Bakalım ne olacak?
Bodrum'a girip, her ihtimale karşılık, Yunan Adaları için Euro alacağız, hem de birkaç eksik var onları tamamlayacağız. Erol Ağabey motorun termostatının olmadığını düşünüyor. Kaan ve Erol Ağabey'i botla karaya yolladık. Bu arada teknede biz de ufak tefek işlerle uğraştık. Ferit'i direğe çektik, radar reflektörünü çarmıka sabitledi, sağolsun...
Oltaları düzenlerken, her tatilin vazgeçilmez "kurbanını" Poseidon'a adadık... Bu seferki benim cep telefonum. Lanet şey için, satıcısı su geçirmiyor denmişti. Nerdee?? Utanmasa içinde balıklar yüzecek, akvaryuma dönüştü garibim.
Her denize düşen telefonda olduğu gibi, soğukkanlılığımızı hiç kaybetmeden, sudan çıkarttık. Kapattık. Kapandı kerata allahtan! Sonra yıkadık tatlı suyla. Contalı bir model ancak tornavida veya bozuk para ile açılıyor. Açıp içini iyice bir silkeledik. Sonra güneşe bıraktık! Bakalım kuruyacak mı? Bu aşamada yapılan en büyük yanlış telefonu tekrar açmaya çalışmak.
Kaan ve Erol zamanında şehirden döndüler bu arada, Bodrum'dan vakitlice ayrıldık.



Güzel bir rüzgarla Bodrum koyundan çıktık, Hüseyin burnuna doğru yükseldik. Lipsi veya Arkhi'ye kadar ilerlemek istiyoruz. Yolda dıştan takmanın pervane tamiri, metale yapışan epoksi çift komponenetli yapıştırıcı ile göbeği tutturduk.
Yemek ve şarap sonrasında herkes mayıştı...



Lipsi önlerine geldiğimizde harika gün batımı manzaralarına rağmen, Marathi'ye yönlenmeye karar verdik. Gece karanlıkta girişi buldurmak zor olacak ama, bakalım...
Sağolsun Ufuk Timer'in tekne için hediye ettiği kalem pille çalışan ancak çok güçlü el fenerleri sayesinde, tekneyi (tamamen işaretsiz ve fenersiz) bu adalar arasından salimen geçirip, Pandelis Taverna'nın önündeki tonozlardan tekine yanaştırdık...
Yemek harikaydı. Servis, dekorasyon ve ambiyansta. Bildiğimiz ada lokantalarından birazcık daha pahalı ama bence değer...
Harika bir gökyüzü altında 2'şer 3'er, botla tekneye döndük. İnanılmaz yıldız kayıyor, gece olmasına rağmen altımızda cam gibi bir su...
Fakat kötü haber! Palanın sol tarafına yapıştırdığımız kontra tamamen parçalanmış ve/veya uçmuş gitmiş. Kayışlardan sadece 2'si yerinde. Gece gece dalıp onları sıkıştırdım. Onların kalan gövdeyi tutacağına dair, iyi niyetli düşünmekten başka çare yok! Burada yapabileceğimiz başka hiçbir tamir söz konusu değil.
Fazla oyalanmadan gecenin karanlığına doğru yola koyulduk.

30 Eylül 2010 Perşembe

Karacasöğüt

Erol ağabey arayıp da dümen palasının bir tarafının tamamen parçalandığını söyleyince, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü resmen!
Hasar, görmezden gelinecek ufak-tefek bişey de değil anlaşılan. Ömer ve Erol Ağabey ile uzun uzun konuştuk. O civarda bir yerde, tamir için birisine vermek istemiyoruz. Başında bizim yapacağımız bir iş de değil, tekne Istanbul'da olsa problem değil ama nasıl yapsak bir türlü bilemiyoruz. Geçici bir takım çözümlerle tekneyi Istanbul'a bir şekilde getirmek ve sonrasında tamirata burada girişmeye karar verdik. Ama nasıl uygulayacağız? Bunu zaman gösterecek...
Ömer ve Erol Ağabey'den başka, Ferit ve Cumhur da geliyor. Son dakikada Kaan'ın katılımıyla yine güzel bir ekip oluştu hemen...



Cumhur zaten Didim'de, o karayoluyla katılacak. Biz hepimiz Dalaman'a uçtuk. Arabayla Karacasöğüt'e geçmeden önce, Bozburun'dan gelen Ateş Ağabey'ler ile yolda Jandarmanın yanındaki Şelale Restaurant'da buluştuk. Cumhur da oraya geldi...
Uzun zamandır görüşmemiştik, hasret giderdik. Tamir stratejimizi Ateş Ağabey'e anlattık, pek beğenmedi haliyle...
Yemeği vakitlice bitirip tekneye geçtik. Zaten bir dolu eşya var, yiyecek-içeceklerin taşınması falan uzun sürdü. Dümenimizin kılıfı da tamirdeydi Marmaris'te, o da gelmiş. Gerçi çok uğraştırdı beni, işçiliğini de sevmedim hiç ama geldi ya!
Gece yarısı tamirat için marangoz Mümtaz'ı yatağından kaldırıp dükkanı açtırdık, sağolsun bizi kırmadı.
Bu arada Erol Ağabey deniz suyu pompasını takmış, motoru çalıştırmış. Tekneye döndüğümüzde, herşeyi yerleşmiş olarak bulduk. Dümeni orada o saatte tamir etmeyi düşünmüyorum doğrusu. Hele bir yola çıkalım. Belli ki pek hava yok, düz denizde motorla seyredeceğiz.
Yarın ola hayrola!

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Bodrum-Yediadalar/Uzun Liman

Nihal erkenden kalkıp, kimseyi rahatsız etmeden uçağa gitmiş. Ben rahatsız oldum doğrusu, onu uğurlamak isterdim, çok büyük yardımcımızdı bizim. Olmasaydı çok zorlanırdık...
Sabah sakin bir Bodrum havasına uyandık. 2 gün üst üste elektik aldıktan sonra akülerimiz artık iyi durumda. Hemen hiç eksiğimiz yok. Olan ufak tefekleri de hemen o civardan temin ettik.
Günşıray'lar ile yaptığımız konuşmadan, Baluna'nın sabah erkenden Gümüşlük'ten çıkıp, Poyraz Limanı'nda kısa bir deniz molasından sonra Gökova'da açıkdenizde seyir halinde olduklarını öğreniyoruz. Lotus (Haldun) Bodrum'da kalacak. Haldun yeni misafirleri ile Kos'a gidecek. Kadir'in işi yok. Bizimle gelme teklifini severek kabul ettik.
Serdar'lar, Gökova'dan dönüşte. Orak Adası civarında öğleyin buluşmak için sözleşmiştik. Bakalım.
Düşündüğümüzden fazla oyalandık. Çıkışımız 12'yi buldu. Rota doğu. Mahir'lere yetişmemiz olası değil, onlar dümeni Yedi Adalar'a doğru kırdılar bile ama Serdar'larla kısa da olsa görüşmek amacıyla kuzey kıyısında kalıyoruz.
Pabuç burnunu geçerken, malum sesle irkildik... ))
Bota atladım sahile oldukça yakınız, derinlik fazla değil. Bir taş balığı sanırım. Kolaylıkla bota aldım. 20 cm-neredeyse rapalanın boyu kadar- bir lagos... Be hayvan, niye atlarsın boyundan büyük yeme?
Zarar vermemek için azami gayret gösterdim. Bir de nasıl çırpınıyor yavrucak?
Neyse zarar vermeden, kurtardım oltadan. Sonra da saldım haliyle... Bu boyda Lagos ve orfozların avlanması yasak. Ama olmasaydı da bırakırdık. Bunlar taş balığı ve hepsi uzun ömürleri olan yerli balıklar, açık denizde yakalanan palamut-toriğe benzemiyorlar yani.
Yanlış bir anlaşma sonucu, biz Pabuç'tan önce durduk-demirledik, Serdar da sonrasında yerleşmiş. O bizi bekler, biz onu bekleriz durumu yani...
Yanaşmamız biraz karışık oldu. Ama becerdik bir şekilde...
Sonrasında da Elifim'e aborda olduğumuzda bir de halatı pervaneye dolayınca iyice inanasım geldi, bugün başımızda bir "şansızlık" olduğuna! Nereden bilebilirdim?
Rüzgarı kaçırmamak için, ertesi gün gayet yanık bir hava olacağı ihbarını da göz önüne alarak; Serdar, Alev ve Elif ile olan kısa sohbetimizi daha da kısa tutarak yola koyulduk.



Arkadan gelen rüzgarla 4 saatlik güzel bir seyrimiz var. Oltalar suda. Rüzgar tam iğnecikten geldiği için gönderi de bastık. Herşey yolunda, zamanında orada olacağız derken, "yine o ses"!!!
Bu kadar açık denizde geldiğine göre küçük bişey değil belli ki. Hazırlıklarımızı yaptık, kısmetimizi görecek kadar yakına sabırla çektik. Bir lambuka! Ama düşündüümden çok daha büyük, neredeyse 1,5 metre boyu var! Bota almak oldukça zor olacak...
Nitekim alamadık, neredeyse elimi uzatsam değecekmiş kadar yaklaşmışken son bir darbeyle misinayı koparttı ve kaçtı, ama balığın kendisi çok güzeldi, sırf o ana değer.
Linki ektedir: http://vimeo.com/14519899

Kaçan balık büyük olurmuş diye söylene söylene, tekrar yelken basıp, akşam saati çok uygun rüzgarla Yedi Adalara girdik. Baluna, Uzun Liman'ın hemen başında 4 gurcatalı dev bir megayatın yanında demirde.
Koy çok hoş, tekrar Gökova'da olmak çok güzel. Gayet sakin bir havada, Baluna'ya aborda olduk. Günşıray'lar biz gemeden sahilden iki tane koltuk almış, upuzun zincir döşemiş.
Balığı kaçırınca, malum, akşam yemekte yine makarna var! Ama Mahir ve Claude'un gurme kabiliyetleri sayesinde mükemmel bir yemek yedik.
Günün yorgunluğu ile yattık uyuduk

Yalıkavak-Bodrum

Sabah çok da erken kalkamadım. Zaten 2-3 gündür, bir kırgınlık var üstümde. Nalan ve Ömer Deniz de keza, çok iyi durumda değiller. Ömer de bir de kabızlık durumu var. Ne yaptıysak çözemiyoruz, bizi zorlayacak gibi gözüküyor.
Biraz da bu yüzden tekrar Yunan Adaları falan fikrinden vazgeçtik. Rotayı Bodrum'a tutacağız. Lotus (Haldun) zaten 2 gündür orada, Baluna da bizden birgün sonra çıkıp Bodrum'a ya da direkt Gökova'ya geçecek.
Sabahtan alışveriş ve tekne işleriyle uğraştık. Çamaşırlarımızı aldık. Her hazırlığımız tamam, artık yola çıkabiliriz.
Denizler dünden kalma havayla biraz kabarık ama rüzgar en azından şimdilik sert değil. Rota Çatal Ada... Öğle arasında kısa da olsa bir yüzme sefası yapmayı düşünüyoruz. Deniz sefasına makarna molasını da ekledik. Elimin pansumanı sebebiyle ben zaten denize giremiyorum.
Akşamüstü rüzgarını da alarak, Çatal Ada Bodrum arasını 1,5 saatte yaptık. Olta suda ama henüz bir tıkırtı yok!
Haldun geleceğimizi ön büroya bildirmiş. İlginç dialoglar olmuş aralarında:
-Bir arkadaşım 1 geceliğine kalmak için Milta'ya gelecek. Yeriniz var mı?
-Var efendim... tekne adı?
-Lotus.
-Eh Lotus zaten sizin tekneniz??
-Bu başka Lotus...
-Peki. Sahibi kim?
-Mehmet Erem.
-Ama nasıl olur Mehmet Bey sizin teknenin de sahibi görülüyor bizim kayıtlarda...
-Eh deli kızın çeyizi, malum... ))

Nitekim tam ilk göz ağrımız ile, kıç-kıça demirledik. Pontondan yürüyenler, iki Lotus arasından geçerken dilek tutacak haldeler!
Sesimizi duyan Haldun ve Kadir hemen tekneden çıkıp yanımıza geldiler. Küçük bir kokteyl oluşturduk hemen. Hemen akabinde çok da vakit kaybetmeden, işlere giriştik. Marinanın nimetlerinden yararlanmak isteyen bir grup, duşlara giderken, Emre ile ben girişimizi halletmek için ön büroya geçtik. Sonrasında akşam yemeği için ekibin büyük kısmı Sünger Pizzaya yerleşti, Nalan ile ben teknede kaldık. Haldun'un anne ve babası gelince onları tekneye misafir ettik, çok beğendiler.
Akşam Ömer Deniz için ilaç almak için nöbetçi eczaneyi bulmaya, manavlar mevkine kadar yürüdük. Bodrum yaz dönemiminin hareketliliğini, muhtemel ramazan sebebiyle kaybetmiş gibi.
Çok da geç olmadan tekneye geçtik, ben zaten bayağı yorgunum. yarın sabah Nihal erkenden dönüyor, ama o da yorgun anlaşılan. Keza Haldun'lar da pek "gecelere akma" modunda değiller...
Nitekim, yattık uyuduk.

24 Ağustos 2010 Salı

Gümüşlük-Yalıkavak

Hem tekneleri toparlamak, hem eksikleri tamamlamak hem de o akşam gelmesi planlanan Istanbulluoğulları ekibini karşılamak için, Gümüşlük'te durmaktansa Yalıkavak tarafına geçmeye karar verdik.
Sabah erkenden Mahir Ağabey'in sahildeki pastaneden getirdiği börek-çörek ile güzel bir kahvaltı yaptık. Çok da fazla oyalanmadan, denizin de sertleşmediği erken saatte demir alıp kuzeye yollandık.
Oldukça batılı esiyor, yolda yelkenle motora destek oluyoruz.
Hemen önümüzde iki gündür demirde duran, Fransız bandıralı Super Maramu da bizimle beraber seyirde. Yalıkavak'ta, yan yana bir yere bağlandık.
İlk iş temizlik. Kendimiz uğraşmayıp profesyonellere bırakmaya karar verdik. Tekne temizlemek, özellikle de içini temizlemek aslında önemli bir iş. Bunu çok iyi yapan firmalar olduğu gibi, tersine büyük hayal kırıklıklarına yol açabilecek olaylar da oluyor. Bizimkisi maalesef ikinci gruptaydı, kadının yaptığı-daha doğrusu yapmadığı- işe o kadar sinirlendim ki resmen kavga çıkarttım!
Sonra biz tekneye girerek bir daha temizledik.
Ancak bu arada teknenin nereden tatlı su kaçırdığını buldum. İskele deposu, giderinden-yani hidrofora olan bağlantısından-gayet güzel ses çıkartarak damlatıyor. Ancak, oraya ulaşmak çok zor. Bakalım nasıl çözeceğiz?
Öğleden sonra, işlerini bitiren Mahir Ağabey'lere misafir olarak Küçük Kremit adasına denize gittik. Oldukça kaba dalga var, bayağı sallandık.
Akşamüstü gün batımında tekrar Yalıkavak Marina. Güneşin tam battığı sırada ters taraftan doğan dolunay, inanılmaz bir manzaraydı.
Akşam yemeği Yalıkavak içinde, Gönül Abla. Yunan Adalarında bir süre kaldıktan sonra, Bodrum'a döndüğümüzde, özellikle akşam yemeklerinde hep şaşırırız bir süre. Bu sefer de aynı oldu. Yani nasıl olup da mütevazı bir sulu yemek lokantasında, tam karşı kıyıdaki alkol falan dahil, mükellef bir balık-deniz ürünleri sofrasından daha pahalı olduğunu ben bir türlü anlayamamıyorum!
Zeynep annesi ile beraber, arabayla bizi ziyarete geldi. Çok hoşumuza gitti, ancak kısa kaldılar. Herkes yattıktan sonra, Istanbulluları beklerken, teknenin öte berisiyle uğraştım, seyir günlüklerini güncelledim.
Gece 2 gibi geldiler. Geçen sefere kıyasla yerleşmemiz çok daha kolay oldu... Yattık uyuduk.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Vathi-Gümüşlük

Sabah kalktığımızda hava düşmüştü. Poseidon da zaten buna uygun bir tahminde bulunuyordu.
Bugün adalardaki son günümüz, Ömer ve Firuz'u Türkiye'ye geçireceğiz. Turhan Ağabeyler de uçaklarını ayarlamışlar, akşam Bodrum'dan uçuyorlar.
Biz Ömer'leri bırakmak amacıyla erken ayrılacağız Vathi'den, Turhan Ağabeyler Mahir Günşıray ile kalıyorlar. Hem yardım etmek amaçlı, hem de Mahir çıkışlarını ayarlamak için, tekneyle değil ama karadan Kalimnos Liman'a gitmek istiyor. Orayı görmek değişik olur diye düşünüyorlar. Onlarla "şimdilik" vedalaştık, halatlarımızı çözüp ayrıldık.
Yandan gelen güzel bir apaz rüzgar ile kısa sürede Türk tarafına geçtik, sancak gurcatadaki bayrak indi, Lotus forsuyla yer değiştirdi.
Rota Gümüşlük, koya girişte yandan gelen dalgalardan birisiyle, güvertede takılan ana yelken sarma sistemini açmak için uğraşırken elimi sıkıştırdım. Gümüşlük Sağlık Ocağı'nda üç dikiş diyeti varmış!
Halbuki kaç kez de dedik, eldivensiz hiçbir iş yapmamak lazım diye... Ama insanın basireti bağlanıyor.
Motoru braketinden indirip, alargadaki tekneden karaya çıktık. Ömer'leri geçirdikten sonra, çay bahçesine yayıldık. Ömer Deniz tekrar vatan toprağına çıkıtğını farketti mi nedir? Neşeyle koşturuyor, çay bahçesinde oturan herkesle cilveleşiyor.
Elimdeki hasarı onardıktan sonra, tekrar tekneye döndüm, birkaç meselesini halletim. Yağına suyuna baktım. Buzdolapçı ile konuştum ama bu sistemden hayır yok. Boruların değişmesi lazım. Sintine pompasını çalışır hale getirdim.
Tekrar sahile döndüm ama sıcak fena, kumsaldan denize girme olayından hemen vazgeçtik. Tekrar tekneye geldik.
Genel temizliğini yaptıktan ve denize girdikten sonra, Ömer uyudu. Mahir Günşıraylar ise tam bu sırada koya geldiler. Önceden hazır ettiğimiz "velkam kokteylleri" ile karşıladık onları. Sanki yıllardır görüşmeyen kadim dostlarmış gibi kucaklaştık...
Üstümüze demir atan bir koca katamaran sebebiyle biraz gerginlik yaşanmasına rağmen, neşemizi kaybetmedik. Balık tutma aksiyonu, bir önceki gece sofrada kalan ızgara ahtapot ve kalamar ile... Nalan güzel bir karagöz tuttu ama devamı gelmeyince, çorba malzemesini sahilden temin etme cihetine gittik.
Sofra yine kusursuzdu. Zeynep (Çatay) Yalıkavak'tan ziyaretimize geldi, tekneye ilk gelişi, çok beğendi...
Turhan Ağabey'leri ve Zeynep'i yolcu etmek için sahile çıkınca, Gümüşlük takıcılarını ziyaret ettik. Eşe dosta küçük hediyeler.
Yattık uyuduk...

22 Ağustos 2010 Pazar

Xerocampos-Vathi

Herhangi bir coğrafyada uzun süredir yelken yapılıyorsa eğer, ister istemez bazı favori yerler ve mekanlar oluşuyor, ve keza "istenmeyen" koylar ve limanlar...
Hem Xerocampos (Leros) hem Vathi (Kalymnos) kesinlikle bizim "favori" mekanlarımız.
Doğrusu bu tarz bir yerin teknedekileri ve sahiplerini nasıl ve niye etkilediğini çözebilmiş değiliz, ama belki de bunun çok da önemi yok!
Ömer ve Firuz seyehatlerini birgün daha uzatınca, Vathi ve Kalymnos güzel bir alternatif olarak karşımıza çıktı, hemen değerlendirdik.
Güzel bir Xerocampos sabahına uyanıp, herkesi bağlı bulunduğu tonozda sağ salim görünce sevindik, gece sert esmesine rağmen aksilik çıkmamış...
Mütevazi bir kahvaltı ve sonrasında direğe çıkma aksiyonunu takiben hem bir önceki gece için teşekkür etmek adına hem de ayrılmadan görüp vedalaşmak için Hayk'ı aramaya koyulduk ancak ulaşamadık...
Haldun'lar hala ciddi bir "kebap" halet-i ruhiyesi içindeler. Peşimizden geleceklerini söylediler ama ben pek inanmıyorum...
Arkadan gelen rüzgarla, güzel bir seyirle, Baluna ile beraber iki tekne güneye doğru yelken açtık.
Vathi'nin hemen kuzeyinde, Almeires diye bilinen, ıssız koylardan birisine kıçtan kara olduk. Güzel bir deniz sefası ve iri çakıllı kumsalda Ömer Deniz'in "hafriyat" tutkusunu biraz olsun giderdikten sonra, demir alıp asıl destinasyonumuza yollandık.
Vathi yine kalabalıktı. Sağımızda iri bir katamaran ile Alman bandıralı bir 45 liğin arasında demir atacak tek bir yere, kıçtankara bağlandık.
Hem sağımız hem de solumuzdaki ekiptekiler, anlamsız şekilde, yardımcı olmama hukuklarını kullanmayı tercih ettiler. Bir şekilde hallettik, sorun olmadı...
Baluna da bizim iki yanımıza, nispeten daha kolay şekilde girdi. Rahatız...
Kızlar deniz sefasına, erkekler bira keyfine daldılar.
Köyde kısa bir yürüyüşten sonra, tekneleri yukardan gören terasıyla köşedeki tavernaya kurulduk. Yoğurtlu etli "dolmades" ler ve ahtapot ızgara gayet başarılı idi...
Yattık uyuduk.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Lipsi-Xerocampos



Rüzgar bütün gece deli gibi esti. Birkaç kez dışarı çıkıp demirleri ve halatları kontrol ettim. Kıç koltukları boşta olduğunda, teknenin kıçı yönü değişen sağanaklarla uyumlu olduğu için, demirlere de daha az yük biniyor. Pontondan 2-3 metre açıktayız, hemen hiç yaslanmıyor...
Sabah oldukça erken kalktım. Beni duyan Ömer ve Turhan Ağabeyler de kalkmışlar.
Havuzlukta oturmuş, yeni doğan güneşin limanda ışık oyunları oynadığı bir sırada, Ömer'in seslenmesiyle irkildik...
"Şu gelen Lotus değil mi?"...
Aynen de öyle. Bu tekneyi ne kadar uzaktan da olsa tanırım ama gözümden kaçmış işte. Haldun tek başına dümende, bir yandan da usturmaçaları falan ayarlıyor. Pontona atladık, yanaşmasına yardım ettik. Kadir ve Emine içerdeler, henüz uyanmamışlar.
Tüm gece yol yapıp, sert denizler geçmişler. Agathonisi civarında, anayelken yırtılmış. Artık tamir edilemeyecek kadar kötü...
Yedeğini Istanbul'dan istetmek lazım ama, artık Bodrum'u beklemesi lazım.
Bizim tekne eşrafı da kalkınca, Leros sabahında kahvaltı için favori mekanımız Bakery'ye gittik. Upuzun bir sofraya hep beraber kurulduk.
Biraz şehirde ve kilisenin etrafındaki dar sokaklarda dolaşma, fesleğen alma, tekne eksiklerini tamamlama, biraz bacak açma sonrasında hep beraber, 3 tekne Xerocampos'a yollanmak için hazırlıklara giriştik. Lotus'un ve Baluna'nın çıkışları kolay. Bizde bayağı teçhizat var.
Açılı atılmış iki demiri aynı anda toplayamayacağımız için, Ömer'i botla ağır admiraltiye gitti, onu elle boşunu alacak. Ben asıl demiri ırgatla topladıktan sonra manevra edip, onunla buluşacağım.
Kafadan bastıran ağır rüzgara rağmen demir tutuyor bizi, kıç koltukları rüzgaraltında olduğu için çözdük, kızlar boşunu alıyor, ben ırgattayım, bu sırada bir çağrış-bağrış! Pontonun ilerisinde devasa bir katamaranın sahibi, bağıra bağıra bişeyler diyor. Önce anlamadım, her ihtimale karşı, dümene geçtim. Koltukları alınca tabi tekne dönmüş, ama panik edecek bir durum yok. Adamdan da uzağız bayağı neden bağırıyor anlamadım.
Haldun'lar ve Turhan Ağabeyler pontonda, adamla bağrışıyorlar.
Ben tekrar ırgata geçtim, zinciri almaya başladım. Başarılı bir şekilde, Ömer'i de yakaladık, ikinci demiri elle aldık. Salimen çıktık limandan...
Sonradan öğrendiğimize göre, adam daha biz manevraya başlamadan, Haldun'a gidip, "tecrübeli mi bunlar? yanlış yapıyorlar galiba" gibilerinden bişey söylemiş. Haldun da "sen işine bak, merak etme" gibilerinden başından savmış... Kompleksli bir tip anlaşılan, var bir meselesi ama ben çözemedim, neden panik olduğunu da hiç birimiz anlayamadık, neyse!
Üç tekne de koyun çıkışında yelken basıp, arkadan gelen rüzgarla güneye yollandık. 17 mil gibi bir yolumuz var. Lotus yırtık yelkenine rağmen, bayağı performanslı. Resmen yarış yapıyor bizimle )) Tabii biz de altta kalmadık. Seyir bir anda küçük çaplı bir yarışa dönüştü...



Xerocampos her zamanki gibi kalabalık. Tonozların çoğu dolu. Kendimize bir yer bulduk, bağlandık. Lotus da yakınımızda, ama Baluna kendine çok da sağlam olmayan bir tonoz alınca, tedbir amaçlı demir de attı. İyi ki de atmış, akşam korkulan olmuş, tonoz halatı kopmuş ama demir tekneyi tutmuş.
Motorları koyup, sahile çıktık. Bir tavernaya yayıldık. Haldun'lar hayk ile buluşmaya gittiler, akşam yemeği için sözleştik.
Ömer ve Firuz normalde, yarın gitmeleri gerek ama baskılara dayanamayıp tatillerini birgün uzattılar. Bu harika, bu sayede bir ada daha yapabileceğiz, belki yolumuz üstünde, Vathi'ye geçeriz.
Hayk çok eski bir dostumuz. İlk Xerocampos'ta yıllar önce tanışmıştık. Burayı o kadar beğenmişti ki uzun uğraşlardan sonra yamaçta bir ev almıştı kendine. Evin bir bölümün apart otel haline dönüşürmüş. Bence çok başarılı...
Tekneye gidip akşam hazırlıklarımızı yaptık, yaklaşık 25 kişi upuzun bir sofraya kurulduk. Menüde kılıç ızgara var. Psari Taverna'nın sahibi, adından da anlaşılacağı gibi yaşlı bir balıkçı.
Hayk meze kültürüne çok hakim bir gurme olduğu için, kendi eliyle hazırladığı dolmalarla kalpleri fethetti. Uzun uzun sohbet ettik.
Ömer Deniz'in durumu sebebiyle, erken ayrıldık. Yattık uyuduk.