Çok dolaştık Ege'de..
kah o adada, kah bunda...
bazen birisini tanıdık, bizle kendi lisanımızda konuştu..
aynı bizim gibi oturdu, kalktı, aynı bizim gibi yürüdü...
bazen bir diğerini
gözlerini ve daha kötüsü kalbini öyle bir "kısarak" baktı ki...
sanki başka bir gezegendenmişiz gibi!
bilemedim doğrusunu
bilemedim sorumlusunu...
bildiğim aradığı biz değildik
bildiğim kendi bildiği "tarihin" sorumlusunu arıyordu...
Günlerden birgün...
Gökçeada, eski adla Imroz'dayız...
Güzel bir ilkbahar sabahı, Lotus limanda kuzu gibi yatıyor.
Pırıl pırıl bir su, pırıl pırıl bir hava...
Sakin bir köy, adı Kaleköy, küçük bir mendirek..
içinde balıkçı tekneleri, yeni dönmüşler avdan.
Biraz adayı dolaşalım deyip, köyden bir taksi kiralıyoruz.
Gökçeada, bilenler bilir, memleketin en büyük adası. Gezmesi de uzun, etrafında dönmesi de...
Üstümüzde montlar, kırmızı denizci montları, kah o köye gidiyor kahve içiyoruz, kah buna...
Derken yol bizi Tepeköy'e getiriyor.
Diyorlar ki burada bir Barba Yorgo var, çok güzel şarap yapar mutlaka görün, tanışın, şarabını tadın...
Soruyoruz, ediyoruz..
Sesleniyorlar, geliyor. Ben ömrüm boyunca bu kadar hayata bağlı, "yaşama doğru" bir adam daha tanımadım diyebilirim!
Önce bir uzaktan bizi süzüyor, üzerimizde kırmızılı, lacivertli montlar, köyün meydanında sanki Mars'tan gelmiş gibiyiz, kışın sonunda...
Diyor "nerden geldiniz siz?"
Diyoruz "tekneden..."
Bir anda şaşırıyor, bir feryat, bir figan kopuyor!
"Ahh!! tekneyle benim adama gelen, benim misafirimdir" diyor...
Oturun!
Oturuyoruz...
İçeri doğru sesleniyor "MİKAAİLL! HEMEN İKİ ŞİŞE ŞARAP KAP GEL..."
Yahu saat daha öğle bile olmadı dememize fırsat vermiyor...
"Tekliftir, beğenmezseniz içmeyin" diyor...
Bu misafirperverliğe Anadolu'da çok gördüm, zaten Yorgo'da bir Imroz'lu değil aslında...
Tam bir Anadolu'lu!
Hayatı önce Ege'de, sonra Istanbul'da geçmiş...
Bodrum yapımı bir Tırhandille tüm Ege'yi dolaşmış
sonra da Tüm Türkiye kıyılarını...
çok güzel Türkçe konuşuyor, hafif aksanı var...
Sanki karşımdaki koskoca, yaşlı-başlı, beyaz saçlı bir adam değil
Heybeliadalı çocukluk arkadaşlarım,
Teknelerden giriyor, denizden çıkıyoruz, balık tutuyor Ege'nin sularında, sonra beraberce yürüyoruz Istanbul'un ara sokaklarında...
O kadar akıcı konuşuyor
Şaraplarını ikram ediyor...
tadı da şeker gibi, ağzımızda eriyor
En sonunda sohbetin..
Diyor "nereye yolculuk?"
Diyoruz bilmiyoruz, belki kuzeye...
Samothraki'yi duyduk, istiyoruz gitmeyi...
Birden yerinden hışımla kalkıyor!
Eğer diyor, Semadirek'e gidecekseniz...
tekrar içeri doğru dönüp Mikhail'e bağırıyor...
"Mikhail, kuzum 3 şişe Reçine Şarabı kap da gel buraya, hemen!"
Karşımızıa oturuyor, sakinleşmiş...
"Eğer Semadirek'e gidecekseniz...
Liman'a demirleyin, hemen karşısında Balıkçı Panayot var. Adanın en iyi balıkçısıdır, kadim dostumdur, beni iyi tanır...
Bu şişe O'na...
Ertesi gün kalırsanız, mutlaka tepeye, Profitis Ilias'a çıkın.
Orada da kadim dostum Apostle var, Vrahos'tur lokantasının adı...
Bu şişeyi de O'na verin, selamımı söyleyin..."
En son üçüncü şişeyi de gösteriyor...
Bu da diyor, bu sizin... Tekne hakkı derdik eskiden, yol geçti parası gibi...
Haldun'la birbirimize bakıyoruz?
Anlıyor derhal ne düşündüğümüzü...
"Sakın merak etmeyin, gidemezseniz dert etmeyin. Deniz halidir bu! Ben anlarım"
"Siz için afiyetle, ama içerken beni anın" diye ekliyor...
Hayatımda, bu kadar kısa süre sohbet ettiğim ama bu kadar yakınlaştığım, yakın hissettiğim bir başka adam çok az olmuştur...
Yorgo hepimizde bu kadar derin izler bıraktı...
Bedeli kesinlikle 3 şişe şarap değil, yanlış anlamayın!
Düşünmesi, söylemesi, söyleyiş tarzı...
Gözündeki, belki daha önemlisi kalbindeki pırıltı.
Biz o pırıltının izlerini ancak günler sonra gördük...
Aynı pırıltıyı başkalarında da gördük...
O da başka bir yazının konusu )))
kah o adada, kah bunda...
bazen birisini tanıdık, bizle kendi lisanımızda konuştu..
aynı bizim gibi oturdu, kalktı, aynı bizim gibi yürüdü...
bazen bir diğerini
gözlerini ve daha kötüsü kalbini öyle bir "kısarak" baktı ki...
sanki başka bir gezegendenmişiz gibi!
bilemedim doğrusunu
bilemedim sorumlusunu...
bildiğim aradığı biz değildik
bildiğim kendi bildiği "tarihin" sorumlusunu arıyordu...
Günlerden birgün...
Gökçeada, eski adla Imroz'dayız...
Güzel bir ilkbahar sabahı, Lotus limanda kuzu gibi yatıyor.
Pırıl pırıl bir su, pırıl pırıl bir hava...
Sakin bir köy, adı Kaleköy, küçük bir mendirek..
içinde balıkçı tekneleri, yeni dönmüşler avdan.
Biraz adayı dolaşalım deyip, köyden bir taksi kiralıyoruz.
Gökçeada, bilenler bilir, memleketin en büyük adası. Gezmesi de uzun, etrafında dönmesi de...
Üstümüzde montlar, kırmızı denizci montları, kah o köye gidiyor kahve içiyoruz, kah buna...
Derken yol bizi Tepeköy'e getiriyor.
Diyorlar ki burada bir Barba Yorgo var, çok güzel şarap yapar mutlaka görün, tanışın, şarabını tadın...
Soruyoruz, ediyoruz..
Sesleniyorlar, geliyor. Ben ömrüm boyunca bu kadar hayata bağlı, "yaşama doğru" bir adam daha tanımadım diyebilirim!
Önce bir uzaktan bizi süzüyor, üzerimizde kırmızılı, lacivertli montlar, köyün meydanında sanki Mars'tan gelmiş gibiyiz, kışın sonunda...
Diyor "nerden geldiniz siz?"
Diyoruz "tekneden..."
Bir anda şaşırıyor, bir feryat, bir figan kopuyor!
"Ahh!! tekneyle benim adama gelen, benim misafirimdir" diyor...
Oturun!
Oturuyoruz...
İçeri doğru sesleniyor "MİKAAİLL! HEMEN İKİ ŞİŞE ŞARAP KAP GEL..."
Yahu saat daha öğle bile olmadı dememize fırsat vermiyor...
"Tekliftir, beğenmezseniz içmeyin" diyor...
Bu misafirperverliğe Anadolu'da çok gördüm, zaten Yorgo'da bir Imroz'lu değil aslında...
Tam bir Anadolu'lu!
Hayatı önce Ege'de, sonra Istanbul'da geçmiş...
Bodrum yapımı bir Tırhandille tüm Ege'yi dolaşmış
sonra da Tüm Türkiye kıyılarını...
çok güzel Türkçe konuşuyor, hafif aksanı var...
Sanki karşımdaki koskoca, yaşlı-başlı, beyaz saçlı bir adam değil
Heybeliadalı çocukluk arkadaşlarım,
Teknelerden giriyor, denizden çıkıyoruz, balık tutuyor Ege'nin sularında, sonra beraberce yürüyoruz Istanbul'un ara sokaklarında...
O kadar akıcı konuşuyor
Şaraplarını ikram ediyor...
tadı da şeker gibi, ağzımızda eriyor
En sonunda sohbetin..
Diyor "nereye yolculuk?"
Diyoruz bilmiyoruz, belki kuzeye...
Samothraki'yi duyduk, istiyoruz gitmeyi...
Birden yerinden hışımla kalkıyor!
Eğer diyor, Semadirek'e gidecekseniz...
tekrar içeri doğru dönüp Mikhail'e bağırıyor...
"Mikhail, kuzum 3 şişe Reçine Şarabı kap da gel buraya, hemen!"
Karşımızıa oturuyor, sakinleşmiş...
"Eğer Semadirek'e gidecekseniz...
Liman'a demirleyin, hemen karşısında Balıkçı Panayot var. Adanın en iyi balıkçısıdır, kadim dostumdur, beni iyi tanır...
Bu şişe O'na...
Ertesi gün kalırsanız, mutlaka tepeye, Profitis Ilias'a çıkın.
Orada da kadim dostum Apostle var, Vrahos'tur lokantasının adı...
Bu şişeyi de O'na verin, selamımı söyleyin..."
En son üçüncü şişeyi de gösteriyor...
Bu da diyor, bu sizin... Tekne hakkı derdik eskiden, yol geçti parası gibi...
Haldun'la birbirimize bakıyoruz?
Anlıyor derhal ne düşündüğümüzü...
"Sakın merak etmeyin, gidemezseniz dert etmeyin. Deniz halidir bu! Ben anlarım"
"Siz için afiyetle, ama içerken beni anın" diye ekliyor...
Hayatımda, bu kadar kısa süre sohbet ettiğim ama bu kadar yakınlaştığım, yakın hissettiğim bir başka adam çok az olmuştur...
Yorgo hepimizde bu kadar derin izler bıraktı...
Bedeli kesinlikle 3 şişe şarap değil, yanlış anlamayın!
Düşünmesi, söylemesi, söyleyiş tarzı...
Gözündeki, belki daha önemlisi kalbindeki pırıltı.
Biz o pırıltının izlerini ancak günler sonra gördük...
Aynı pırıltıyı başkalarında da gördük...
O da başka bir yazının konusu )))